imagocular

imagocular

Sokal vakası bağlamında Kuhn ve Feyerabend eleştrisinin güncelliği

(Kerem Cankoçak) 

Sokal vakasının üzerinden 17 yıl geçti, ama güncelliğini hala koruyor. New York Üniversitesinde Teorik fizik profesörü olan Alan Sokal,  1996'da Social Text isimli bir postmodern dergiye gönderdiği makalede, fizik kuramlarını bilerek çarpıtır ve saçma bir şekilde sunar. Makalesini Social Text’in yayımlamasının ardından Sokal bunun bir şaka olduğunu, postmodern dergilerin her türlü saçma makaleyi bastıklarını ispatlamak için bu yola başvurduğunu açıklar.  Sonrasında postmodern felsefeciler ile bilim adamları arasında büyük bir tartışma başlar. ''Bilim savaşları''nda yeni bir sayfa açılmış olur ve Derrida gibi ünlü postmodernistler ile  Weinberg gibi  Nobel ödüllü fizikçilerinin de dahil olduğu sert tartışmalar yaşanır. Tartışmaların ayrıntılı incelemesini Sokal ve Brichmont Fashionable Nonsense (Son Moda Saçmalar) [Sokal ve Brichmont, 1999] kitabında özetlerler. Daha sonra Sokal Beyond Hoax (Şakanın Ardından) [Sokal, 2008] kitabında Social Text makalesinin ayrıntılı bir açıklamasını da içeren, postmodern felsefenin derinlemesine bir analizini yapar.
Alan Sokal, bir teorik fizikçiden beklenmeyecek ölçüde politik birisi. Farklı makalelerinden derlediği Şakanın Ardından’da, sık sık ''kendi alanı olmayan'' bu konulara politik nedenlerle girdiğini vurguluyor. Toplumsal olaylar, topluma ilişkin olgular, kısaca her tür politik söylemin beşeri bilimcilerin tekelinde olduğu günümüzde, Sokal gibi pozitif bilimcilerin bu çıkışları bize göre çok önemlidir. Sokal'ın sıklıkla vurguladığı  gibi ''bilim düşmanlığı'' ve ''bilimlerin postmodern yazarlar tarafından kötüye kullanımı'', son tahlilde akademik bir mesele değil, politik sonuçları olan ciddi bir toplumsal olgudur. Sokal'ın amacı,  genel anlamda kanıt ve mantığa duyulan saygı olarak özetlediği bilimsel bir dünya görüşünü savunmak. Ama bu sadece akademik bir savunma değil, aynı zamanda politik bir savunma. Kitaptaki tezler her ne kadar akademik düzeyde de olsa, sonuçları politik. Sokal bütün bu tartışmaların akademik düzeyde kalmayıp, dünyamızı da etkilediğini vurguluyor. Bilim düşmanlığının, göreciliğin ve sahte bilimlerin en büyük zararının, özellikle  Türkiye gibi ''Aydınlanmanın modası geçmiş olduğu varsayılan işinin henüz tamamlanmadığı Üçüncü Dünya ülkelerinde'' görüldüğünü söylüyor. Bu olguyu görmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok, internetten Türkçeye çevrilmiş kitapları taradığımızda hemen karşımıza çıkıyor. Örneğin Baudrillard'ın neredeyse tüm kitapları Türkçeye çevrilmiş, Feyerabend birçok farklı yayınevi tarafından defalarca yayımlanmış. Bu ilginç olguyu nasıl açıklamalı? Şüphesiz ilk akla gelen açıklama bu fikirlerin 'moda oluşları'. Bu kadar geniş bir düşünce yelpazesindeki aydınların, bu kitapların içeriklerinde uzlaştıklarını varsaymak ilk bakışta olanaksız gibi görünüyor. Moda apayrı bir konu elbette. Susan Blackmore Mem Makinesi’nde bir çeşit kültürel genler olan ''mem''lerin nasıl taklit yoluyla kendilerini kopyalattığını detaylı bir şekilde inceliyor. Ama 'postmodern memlerin' kendilerini kopyalatarak çoğalması bir sonuçtur. Peki bu memlerin başarılı olmasının ardında yatan sır nedir? Neden son yıllarda 'faşist bilim', 'paradigma', 'sömürgeci batı bilimi', 'gerçeklik görecelidir', 'bilim toplumsal bir inşadır' tarzındaki memler başarı kazandı?
Michael Albert’in Sokal üzerine yazısında belirttiği gibi,
Sol cenahtan, içlerinde pek çok bilim insanının da bulunduğu birçok kişi uzun zamandır bilimin ahlâka aykırı tercihleri savunmak uğruna kötüye kullanılmasını, yalanların bilim olarak yutturulmasını ya da pek çok bilimsel girişimin dar görüşlülüğünü eleştirmekteydi. Fakat postmodernizmden esinlenen filozoflar, antropologlar, edebiyat kuramcıları ve kadın araştırmaları uzmanları öne sürdükleri iki iddiayla bu eleştiriyi çok daha ileriye götürdüler: (1) Bilimsel yöntem ve “Batı Rasyonalitesi” temelde sömürgeci ve ataerkildir. (2) Bizi çevreleyen dünyayla ilgili hakikatler yoktur; sadece kendince bir retoriği ve yararı olan farklı hikâyeler vardır. [Albert, 2007]
Bu yanlış bilim algısının politik sonuçları var. İşte bu yazıda üzerinde durmak istediğimiz konu günümüzde çok sık rastlanan yanlış bilim algısının kökenlerini Kuhn ve Feyerabend’ın eserlerindeki tezlere dayandığını göstermek. Son örneğini yakın zamanda TUBİTAK’ın açıklamasında gördüğümüz ama hemen her yerde karşımıza çıkan bir algı bu. Geçtiğimiz Haziran ayında TUBİTAK, yurt içi ve yurt dışı  önde gelen üniversitelere mensup bir grup bilim insanının katılımıyla düzenlenmek istenen ‘Matematiksel Evrim Lisansüstü Yaz Okulu’ proje başvurusunu desteklemeyi 13 Haziran 2013 gerekçeli kararıyla reddetti. TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Dairesince başvuru sahiplerine iletilen Panel Raporunda bu olumsuz değerlendirme biyolojik evrim konusunun ülkemizde olduğu kadar tüm dünyada tartışmalı ve üzerinde henüz uzlaşılmayan bir konu olduğu” vurgulandı.  [TBAD, 2013] TUBİTAK’ın raporunda bilim hakkında iki temel yanlış algı var: Birincisi oldukça ironik: TUBİTAK’a göre bilimsel konular üzerinde uzlaşılmış, tartışılamayacak konular olmalı. Eğer öyleyse zaten kongrelere, sempozyumlara ne gerek var? İkincisiyse satır aralarında gizli ve belki de daha tehlikeli bir algı:  bilimin tartışmalı olduğu, dolayısıyla da ortada bilimsel gerçekliğin olmadığı vurgulanıyor bu kararla. ‘Evrim tartışmalı bir konudur’, öyleyse bilimsel değildir!  Tartışmalı olmayan bir bilimsel konu var mı diye sorsak TUBİTAK’a ne cevap vereceklerini merak ediyor insan. Ama aslında bu ciddi bilim yanılgısı toplumun geleceğini ilgilendiren çok önemli bir konu. Eğitim politikalarından, bilim ve teknoloji politikalarına kadar her alanı etkileyen bir bilimsel kültür eksikliği ülkemizde yaygınlaşmış durumda.
Hal böyleyken, postmodern yazarlar sadece “istismar ettikleri” bilimsel kavramları okuyucularını büyülemekte kullansalardı, o kadar endişe edilecek bir durum olmazdı. Ama günümüzdeki keskin bilim düşmanlığı büyük ölçüde postmodern felsefe damarından beslenmekte. Peki bu noktaya nereden geldik? Neden günümüzde bilime böyle bir eleştiri var? Sokal'a göre başta gelen etmenlerden ilki ''tembellik'', çünkü ''perspektivizm ve radikal toplumsal inşacılık, politik olarak kendini adamış fakat entelektüel açıdan tembel insanlar için fazlasıyla doğal bir felsefe''.  Günümüzde en sevilen kavram paradigma. Herkesin 'kendi paradigması' var. Oysa gerçek bilim yapmak zor. Eğer her şey bir yorum ve kanaat meselesiyse, zamanımızı neden ciddi biçimde fizik, biyoloji ve istatistik öğrenmeye harcayalım ki?  Tembelliğin yanı sıra akıldışılığa duyulan ilgi, bilimin 'otoriterliğinden' korku,...vb gibi etmenler de var. Özellikle Türkiye gibi bilimsel formasyonun zayıf olduğu ülkelerde bunlar daha da baskın hale geliyor.
İkinci etmen ise Sokal’a göre Kuhn ve Feyerabend'in ‘radikal okumaları.’ Bütün postmodern veya bilim karşıtı yazarlarda en çok alıntılanan yazarların Kuhn ve Feyerabend olmasının yanı sıra, ortalıkta sıklıkla görülen argümanların bu iki yazar tarafından (ilk defa olmasa da) çok vurgulanarak kullanılması bu iddiayı güçlendiriyor. Sokal’ın iddiasının doğruluğu yanlışlığı bir yana, özellikle Kuhn ve Feyerabend’de çok sık karşımıza çıkan yanlış bilim algısının eleştirisi bu yazının temel amacı.
Kuhn’un kendini çürütmesi
Kuhn’un ünlü kitabı Bilimsel Devrimlerin Yapısı bir bilim tarihi incelemesi olmasına karşın, Bilim’in kendisi hakkında keskin iddialarda bulunarak, tarihsel analizlerin sınırlarını aşar. Kitabın başlangıç cümlesi aslında Kuhn’un temel hedefini ortaya koymaktadır: ''Tarih, yalnızca bir zamandizimi ve anlatı deposu olarak görülmediği takdirde, şu anda bize egemen olan bilim imgesinde esaslı bir dönüşüme yol açabilir.'' [Kuhn, 1962, s. 71] İronik bir şekilde, 21. Yüzyılda kimi felsefecilerin bilim üzerine tezlerini dayandırdığı analizler Kuhn’un 2500 yıl öncesine ait tarihsel analizleridir ki bu analizlerin yanlışlığına ilerde değineceğiz.
Kuhn’a göre bilimsel faaliyet (“normal bilim”) ne tür problemler üzerine çalışılacağını, hangi deneysel işlemlerin kabul edilebilir sayılacağını ve hangi kriterlerin kullanılacağını belirleyen “paradigmalar” içinde meydana gelir. Zaman zaman normal bilim krize girer ve  “bilimsel devrim” sonucunda paradigma değişir. Örneğin, Galilei ve Newton’la modern fiziğin doğuşu, Aristoteles’ten kopmayı beraberinde getirmiştir. Benzer şekilde Kuhn’a göre yirminci yüzyılda görelilik teorisi ve kuantum mekaniği, Newton paradigmasını alaşağı etmiştir. Benzer devrimler, biyolojide, türlerle ilgili statik görüşten evrim teorisine ya da Lamarck’tan modern genetiğe geçişteki gelişimde de yaşanmıştır. Kuhn’un tarihsel analizleri doğrusuyla yanlışıyla sadece bu aşamada kalsa bir sorun yaratmaz. Bilim tarihçileri arasında akademik bir tartışmaya neden olur sadece; ne bilimcilerin çalışmalarını ne de bilim üzerine epistemolojik araştırmaları doğrudan ilgilendirmez bu tarihsel analizler. Ancak Kuhn bu noktada büyük bir sıçrama yaparak ölçüştürülemezlik [incommensurability] kavramını ortaya atar. Kuhn’a göre bu ‘paradigmalar’ ölçüştürülemez, dolayısıyla örneğin Newton fiziğiyle Einstein fiziği tamamen farklı fiziklerdir. İşte bu noktada yukarıda alıntıladığımız TUBITAK’ın itirazı gibi itirazlara zemin açılmış olur. Buna göre, ‘çeşitli biyoloji’ bilimleri vardır. Bazılarında ‘evrim vardır’, bazılarındaysa ‘evrim yoktur’. Çünkü bu paradigmalar ölçüştürülemez. Dolayısıyla da ‘evrim’ diye bir gerçek yoktur. Bu bilimin kendi paradigması içinde bir olgudur.
 Kuhn’un bilim tarihi analizinden bilimin kendisine dair iddialarda bulunup, bilimin paradigmalardan oluştuğunu öne sürmesi hiç şüphesiz yanlıştır. Bu iddia doğru olsaydı, üniversitedeki fizik eğitiminde öğrencilerin kafası iyice karışırdı. Birinci sınıfta Galilei-Newton paradigması, ikinci sınıfta Young-Dalton paradigması üçüncü sınıfta Einstein ve Kuantum paradigması şeklinde, fizik bilimi bir çeşit ‘kültürel incelemeler’ halinde gelirdi. Oysa fizik birinci sınıf derslerinde Newton mekaniğinin öngörülerini oldukça hassas bir şekilde ölçebilmektedir öğrenciler. Hatta bugün aya veya daha uzak gezegenlere giden uzay araçları bile Newton fiziğinin öngörülerini kullanmaktalar. Dolayısıyla ortada bir ‘gerçeklik’ vardır. Bu gerçeklik (kütleçekim) farklı yaklaşımlarla ele alınıp, bilimsel modeller kurulabilir. Newton fiziği halâ işe yaramaktadır ve belli bir hata payı içinde öngörüleri doğru çıkmaktadır. Ancak GPS gibi daha hassas aletler kullanmak istersek Newton fiziğinin hata payı büyür ve Einstein’ın kütleçekim kuramını kullanmak zorunda kalırız. Bunlar birbirleriyle uyuşmayan fizikler değildir. Newton’un kütleçekimi açıklamak için ‘anında uzaktan etkileyen kuvvet’ kavramına başvurması, Einstein’ınsa kütleçekimi uzayzaman eğriliğiyle açıklaması bu iki açıklamayı birbirleriyle ölçüştürülemez yapmaz. Şüphesiz Einstein fiziği Newton fiziğine göre daha doğrudur, ancak küçük ölçeklerde, yavaş hızlarda iki model de aynı sonuçları verir.
Einstein’ın kendi sözleriyle:
Bununla birlikte kimse Newton’un kudretli çalışmasının bu ya da başka bir teori tarafından aşılabileceğini sanmasın. Onun büyük ve anlaşılır fikirleri, doğa felsefesi alanında tüm modern kavramsal yapımızın temeli olarak her zaman biricik anlamını koruyacaktır. [Einstein, 1956, s. 51]
Kuhn’un kitabında normal bilime örnek olarak sık sık Aristoteles fiziğine gönderme yapıyor. Evet ‘Aristoteles fiziği’ yaklaşık 2000 yıl boyunca Batı’da hakim olmuştur (Batı’yı Çin’in dışında bütün dünya olarak kullanıyorum) [Morris, 2011]. Ancak Aristoteles fiziği günümüzde fizik biliminden anladığımızdan çok uzak. Belki de Kuhn’un paradigma kavramının geçerli olduğu tek yer burası.  Aristoteles taşların aşağı düştüğünü çünkü her şeyin özüne dönmek istediğini söylüyor. Aristoteles ve izleyicilerinin 2000 yıl boyunca tartıştıkları en önemli sorun harekettir: ileri atılan bir ok neden hareketine devam eder? Aritoteles’e göre okun hareketine devam etmesi için sürekli bir ‘itiş’ gerekir. Okun önünden gelen hava arkaya dolanarak oku itmeye devam eder. Düz bir çizgi izleyen ok sonunda nedense özüne dönmek ister ve dimdik aşağı düşer. Sonraki 2000 yıl boyunca  bu konuda benzer görüşler öne sürülür ama hepsinin ortak özelliği ‘asıl olan durağanlıktır’ ilkesidir. Hareket için bir etki (kuvvet) gerekir.
Bugün anladığımız anlamda fizik bilimiyse Galileo Galilei’yle başlar. O nedenle bütün dünyada üniversite birinci sınıfta öğrenime Galilei fiziğiyle başlanır ve hiç bir zaman Aristoteles fiziği okutulmaz. Çünkü günümüzde Aristoteles ‘bilim’ olarak kabul edilmemektedir. Galilei ve sonrasının Aristoteles fiziğinden ayıran en önemli temel ilkesi ‘hareket ilkesidir’. Daha sonra Newton’un birinci yasası haline gelecek olan Galilei’nin hareket ilkesine göre asıl olan harekettir. Ok hareketine devam eder, çünkü karşı bir kuvvet olmadığı sürece hareketin durması için bir sebep yoktur. Peki bu durumda hangi fizik ‘gerçek’liği yansıtmaktadır? Gödel’in 1930’larda ispatladığı gibi hiç bir analitik düşünce kendini kanıtlayamaz; dolayısıyla bütün fizik bilimleri bir metafizik ilke üzerine kurulmalıdır. Günümüz fiziğinin üzerine dayandığı metafizik Galilei’yle başlamıştır. Kendi kendisini ispatlayamaz, ama 13,7 milyar yıldan bu yana gelmiş geçmiş her şeyi ‘açıklar’. Metafiziğimizn sınırları Büyük Patlamaya kadar dayanmıştır bugün. Dolayısıyla bu bağlamda Galilei fiziği, Aristoteles fiziğine göre ‘gerçeğe’ daha yakındır. Darwin’in ‘birikimli doğal seçilim’e dayanan evrim kuramı da kendisinden önceki diğer bütün kuramlardan çok daha fazla ‘gerçek’tir. Darwin’den bu yana biyoloji (ve genetik) bilimindeki gelişmeler dünyada yaşayan bütün canlıların ortak bir atadan geldiğini ispatlamıştır. Bu bir gerçektir, bilimin kendi paradigması içindeki bir söylence değildir.
Kuhn’un bilimi söylence düzeyine indirgeyişinin bir diğer etkisi bilimsel dünya görüşü olarak adlandırabilecek, özel amaçlı disiplinlerden çok öteye giden bir kavramın zarar görmesine yol açıyor. En geniş anlamıyla bilim, her şeyden önce, mantığa, gözleme ve doğal ve sosyal dünyaya dair doğru bilgi sahibi olmaya yönelik yöntembilime öncelik tanıyan bir dünya görüşüdür. Bu haliyle bilimin gelişimi sırasında astronominin astrolojiden beslenmesinin ya da kimyanın simya araştırmalarından faydalanmasının bir önemi yoktur. Astroloji amacıyla yapılan sayısız gökyüzü gözlemi insanlara büyük bir veri tabanı sunmuş, simya araştırmalarında kullanılan teknikler sayesinde kimyacılar yeni elementler keşfederek sonunda atom kuramını oluşturabilmişlerdir. Önemli olan gözleme dayanan akılcı bir dünya görüşüne sahip olmaktır. Bilimi birbirlerinden kopuk kültürel faaliyet gibi göstermek gerçeğe aykırıdır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir diğer mesele de, gelişmiş bilimlerdeki hakkıyla test edilmiş kuramların diğer bilimlerden gelen bağlantılı kanıtlarla desteklenmiş olmalarıdır. Doğa bilimlerinin son 400 yılda dünya hakkında edindikleri, atomlardan genlere kadar her şeye dair, bilgilerin olağanüstü başarısı her bir modern vatandaş tarafından bilinir: Bilim doğal ve sosyal dünya hakkında nesnel (yaklaşık ve eksik olsa da) bilgi edinmek için yanılabilir fakat muazzam derece başarılı bir yöntemdir. Oysa Kuhn’a göre paradigma değişiklikleri özellikle deneysel olmayan etmenlerden kaynaklanır ve bunlar ancak bir kez kabul edilip normal bilim haline geldiklerinde dünya algımızı değiştirerek, daha sonraki deneylerimizle doğrulanabilirler. Diğer bir deyişle, ancak evrime inanırsanız evrim gerçekten olmuştur; deneylerinizle ispatlayabileceğiniz de sadece ve sadece bu inancınızdır.
Peki eğer Kuhn’un bu görüşü doğruysa neden Kuhncu paradigmalar gibi tarihsel kategoriler ‘gerçek’ olsun? Tarih ve özellikle de bilim tarihi araştırmaları, doğa bilimlerinden temelde, belgeleri incelemek, en mantıklı çıkarımları yapmak, erişilebilir verilere dayanarak sonuçlar çıkarmak, vs gibi benzer yöntemler kullanır. Atomlar ya da DNA’lar için fizik ve biyolojide öne sürülen bu tarz argümanlar, ‘gerçek’ değilse tarih konusunda neden bunlara güvenelim? Dolayısıyla Kuhn’un epistemolojisi kendisini çürütür. Ama bunu yaparken de etrafına da zarar verir. Yanlış olmasının yanı sıra, eğilip bükülerek her yere uygulanabilen paradigma kavramı Kuhn’un ortaya attığı halini aşmış, sosyal bilimlerden kültürel çalışmalara, politik analizlerden sanat kuramlarına kadar her alanda bir çeşit ‘fikirler toplamı’na dönüşmüştür. TUBİTAK’ın resmi raporunda yazmasa da, satır aralarında biyolojinin farklı paradigmalara sahip olduğu ve bir paradigmada gerçek olan evrimin öteki paradigmada gerçek olmadığı, o yüzden de evrimin ‘gerçek’ sayılamayacağı okunmaktadır.
Feyerabend: Bilime Hayır
Postmodern veya benzeri, ‘göreci’ yazarların en sık alıntıladığı diğer yazar olan Feyerabend Kuhn’un başlattığını daha da ileri götürerek, bilimde ‘her şey uyar’ der. Aslında Feyerabend’in bilimsel çalışmaları sistemleştirme girişimlerine getirdiği eleştiriler, çoğunlukla haklıdır. Ancak modern bilime karşı yönelttiği sert saldırılar politiktir. Olgularla değer yargılarını karıştırır Feyerabend.
Feyerabend’in bilim felsefecisi olarak haklı bir ünü vardır. ''Bilimin sabit ve evrensel kurallarla yapılabileceği ve yapılması gerektiği fikri, hem gerçek dışı hem de tehlikelidir. '' derken haklıdır [Feyerabend 1975, s. 295]. Kimi bilim felsefecisinin sabit ve evrensel kurallar bulma çabalarını doğru bir şekilde eleştirmiştir. Ancak bu eleştiriyi radikalleştirerek bilimin kendisine dair çıkarımlarda bulunur ve Kuhn’la aynı hataya düşer:
Bütün yöntembilimlerin sınırlamaları vardır ve baki kalan tek “kural” şudur: ‘her şey uyar’. [Feyerabend 1975, s. 296].
Bu noktada hatalı göreci argümanlara kapı açar Feyerabend: “bütün yöntembilimlerin sınırlamaları vardır” önermesinden uzun bir sıçrayış yaparak “her şey uyar” şeklinde yanlış bir zemine düşer. Sokal’ın vurguladığı gibi,
Yüzmenin farklı yolları vardır ve hepsinin sınırlamaları vardır; fakat bedensel hareketlerin hepsinin aynı ölçüde uygun olduğu düşüncesi doğru değildir (tabii, batmak istemiyorsanız)...Aynı şey, bilimsel yöntemler için de geçerlidir. [Sokal, 2011, s. 215]
Asıl sorun Feyerabend’in geleneksel bilim felsefesinde yanlış bir şekilde abartılan bilimsel keşif ve doğrulama arasındaki ayrımı tümden reddetmesidir. Feyerabend, “bir teoriyi doğrulamamızı ya da yanlışlamamızı sağlayan genel ve bağlamdan bağımsız kurallar olduğunu düşünmek yanlıştır” derken haklıdır; ancak doğrulama bağlamı ile keşif bağlamının tarihsel olarak paralel bir şekilde evrildiğini görmemesi Feyerabend’i bilimi tamamen reddetmeye götürür. O kadar ki artık ''bilimin egemenliğini demokrasi için bir tehdit'' olarak görür. [Feyerabend, 1987, s. 96] Oysa Nazilerin bilimi (ya da sanatı) kullanmaları başka bir şeydir, Nazi rejiminin ‘bilimsel’ (ya da ‘sanatsal’) bir rejim olması başka bir şey.
Feyerabend ''Almanya’nın Üçüncü Reich’ında göreciliğe böyle saldırıldı, bugün de faşistler, Marksistler, Eleştirici Ussalcılar ona böyle saldırıyorlar'' [Feyerabend, 1987, s. 100] derken gerçekten aşırı bir noktaya varır. Dünyanın döndüğünü, düz olmadığını söylemek Feyerabend’e göre nazilerle Marksistleri kardeş yapmak zorundadır. Faşistlerle komünistler her konuda ayrı düşünemezler şüphesiz. Yüz bin yıllık Homo sapiens evrimimiz, politik görüşlerimiz her ne kadar bizi bir çok konuda farklı düşünmeye zorlasa da çok temel konularda, mesela göreciliğin saçma ve yanlış bir görüş olması konusunda benzer düşünmeye iter. Aksi takdirde, insan evrimi boyunca ‘göreci’ düşünce hakim olsaydı, Feyerabend’in atalarının hayatta kalma şansları yok denecek kadar az olurdu ve bu göreci düşünceleri savunacak Homo sapiens kalmazdı dünya yüzünde.
Feyerabend’in bu gibi radikal çıkışlarını ciddiye almak imkansızdır. Ama postmodern yazarlara ve bilim karşıtı düşüncelere bol miktarda malzeme sağladığına şüphe yok. Yine aynı kitabında Feyerabend bilimi bir ideoloji olarak niteleyerek ''din devletten nasıl ayrıldıysa bilim de devletten öyle ayrılmalıdır'' [Feyerabend, 1987, s. 130] diyerek özellikle bizim gibi az gelişmiş ülkelerdeki iktidarlar için harika bir yol göstericisi olur.
Yazımızı konu bağlamında bir Noam Chomsky alıntısıyla bitirelim:
Solcu entelektüeller, canlı işçi sınıfı kültüründe aktif bir rol üstlenmişlerdi. Bazıları, işçi eğitimi programlarıyla ya da genel kamu için matematik, bilim ve başka konularda çok satan kitaplar yazarak, kültür kurumlarının sınıf yapısını iyileştirmenin yollarını aramışlardı. Çarpıcı biçimde, bugün onlara karşılık gelen sol kesimler, bize, “Aydınlanma projesi”nin öldüğünü, bilimin ve rasyonalitenin “yanılsamalar”ını terk etmemiz gerektiğini haber vererek, emekçi halkı bu kurtuluş araçlarından yoksun kılmaya çabalamaktalar –öyle bir mesajdır ki bu, kendi menfaati için bu araçları tekeli altına almaktan hoşnut olan güçlünün yüreğine su serpmektedir. [Chomsky 1993, s. 286]
Kaynakça
Chomsky, Noam. 1993. Year 501: The Conguest Continues, Verso.
Einstein, Albert, 1956. Out of My Later Years, Open Road.
Feyerabend, Paul. 1975. Against Method. London: New Left Books. [Yönteme Karşı, çev. Ertuğrul Başer, Ayrıntı yayınları, 1999]
Feyerabend, Paul, 1987. Science in a Free Society, Verso. [Özgür Bir Toplumda Bilim, çev. Arslan Kahraman, 1991]
Kuhn, Thomas, 1962. The Structure of Scientific Revolutions, The University of Chicago Press, [Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yay., 8. Baskı, 2008]
Morris, Ian. 2011. Why the West Rules--for Now, Picador [Dünyaya Neden Batı Hükmediyor, Alfa Tarih, 2012]
Albert, Michael. 2007. Sokal Vakası, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Ekim 2007: http://www.bgst.org/dusunce-gundem/sokal-vakasi-i
Sokal, Alan & Jean Bricmont. 1998. Fashionable Nonsense: Postmodern Intellectuals’ Abuse of Science. New York: Picador USA. [Son Moda Saçmalar, çev. Barış Gönülşen, Alfa Bilim Dizisi, 2013]
Sokal, Alan 2008. Beyond Hoax, Oxford, 2008 [Şakanın Ardından, çev. Gülsima Eryılmaz, Alfa Bilim Dizisi, 2011]
TBAD, 2013. Türkiye Bilimler Akademisi Derneği, basın açıklaması, 16 Temmuz 2013: http://matematikselevrim.org/2013/07/23/basina-ve-kamuoyuna-duyuru/
Kerem Cankoçak (İTÜ Fizik bölümü)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder