imagocular

imagocular

Bedendeki Felsefe, George Lakoff (ZİHİN kitabı, 2. bölüm)

(George Lakoff)
California Üniversitesi, Bilişsel Bilimci ve Dilbilimci, Bilişsel Bilim ve Dilbilimi Richard ve Rhoda Goldman Üstün Profesörü, Berkeley; Don’t Think of an Elephant [Bir Fil Düşünmeyin] ve The Political Mind [Politik Zihin] kitaplarının yazarı
EDGE: Beden nedir?
GEORGE LAKOFF: Bu ilginç bir soru. Pierre Bourdieu bedenlerimizin ve bedenlerimizle yaptıklarımızın kültürden kültüre önemli şekilde değiştiğine dikkat çekmişti. Fransızlar Amerikalılar gibi yürümezler. Kadınların bedenleri erkeklerin bedenlerinden farklıdır. Çinli bir beden Polonyalı bir beden gibi değildir. Postmodernlerin de sıkça belirttiği gibi, bedenin ne olduğuna dair anlayışımız da zaman içinde oldukça değişti.
Ama yine de, bedenlerimizin ortak çok noktası var. İki gözümüz, iki kulağımız, iki kolumuz, iki bacağımız, dolaşımda olan kanımız, nefes almak için kullandığımız ciğerlerimiz, iç organlarımız vb ortaklıklarımız var. Kavramsal sistemlerimizin gelenekselleşmiş ortak yönleri, bedenlerimizin hayli fazla olan ortak noktaları tarafından yapılandırılmaya eğilimlidir.
EDGE: Ama bir makine olmaktan çok bir bilgi sistemine doğru gidiyoruz ve sonuçta bu sınırlayıcılar konuşmanın bir parçası olmayabilir.
LAKOFF: Beyin ve bedeni bilimsel olarak çalışmaya başladığınızda, ister istemez metaforları kullanmayı bırakırsınız. Söylediğin gibi zihin için kullanılan metaforlar da zaman içinde makinelerden elektrik santrallerine, santrallerden bilgisayarlara evrimleşti. Bilimde metafordan kaçınma yoktur. Biz laboratuvarımızda, nörobilimde yaygın olan nöron devreleri metaforunu kullanıyoruz. Nöral hesaplama üzerinde çalışıyorsanız, bu metafor bir zorunluluktur. Nöral hesaplamanın detayları üzerinde günlük araştırmada biyolojik beyin arka planda kalırken, nöron devreleri metaforu kişinin çalışırken kullandığı metafor haline geliyor. Fakat bir metaforun ne denli yaygın olduğu değil, o metaforun neyi gösterip neyi göstermediğini takip etmek önemlidir. Bunu yapmazsanız, beden ortadan kaybolur. Bütün bilim insanlarının olması gerektiği gibi biz de kullandığımız metaforlar konusunda dikkatliyiz.
EDGE: 35-40 yıl önce bilgi işlem metaforları yoktu; öyleyse beden gerçek mi yoksa icat mı edildi?
LAKOFF: Beden ile onu kavramsallaştırmamız arasında bir fark var. Beden 35 yıl önceki bedenle aynı; ama beden anlayışı çok farklı. Beden için o zaman sahip olmadığımız metaforlara ve bu metaforlar üzerinde inşa edilen görece ileri bilime sahibiz. Bu bağlamda nöron devreleri ve diğer bilgi işlem metaforları çerçevesinde kavramsallaştırılmış aktüel beden ve beyin “icat edilmiştir”. Bunun gibi icatlar bilim için çok önemlidir. Onlar olmadan zihnin bedenselleşmesine* dair oluşmakta olan anlayışımız mümkün olmazdı.
EDGE: Bu yaklaşım daha önceki çalışmanızdan nasıl ayrılıyor?
LAKOFF: Benim erken dönem çalışmalarım 1963 ve 1975 yılları arasında, üretici anlambilim kuramını** takip ettiğim dönemlerde gerçekleşti. Bu dönemde, Chomsky’nin dönüşümsel dilbilgisini biçimsel mantıkla birleştirmeye çalışıyordum. Chomsky’nin dilbilgisi kuramının ilk detaylarının pek çoğunun çözülmesi konusunda yardımım olmuştu. Noam (Chomsky) o zaman sentaksın anlamdan, içerikten, arkada plan bilgisinden, hafızadan, bilişsel süreçten, iletişimsel niyetten ve bedenin her yönünden bağımsız olduğunu iddia ediyordu; anladığım kadarıyla bugün de iddia ediyor.
Chomsky’nin erken dönem kuramları üzerinde çalışırken, anlambilimin, içeriğin ve bunun gibi diğer faktörlerin, deyimlerin ve biçimbirimlerin* sentaktik oluşlarını yöneten kurallara dâhil olduğu oldukça az durum tespit ettim. 1963’te alternatif bir kuramın başlangıcını ortaya attım ve 1960’lar boyunca Haj Ross ve Jim McCawley gibi mükemmel ortaklarla birlikte bu kuramı geliştirdim. 1963 öncesinde anlambilim, mantık –çıkarımsal mantık yürütme ve model kuramı– anlamına geliyordu ve bizim grubumuz biçimsel mantık ve dönüşümsel dilbilgisini birleştiren üretici anlambilim kuramını geliştirdi. Bu kuramda anlambilim (mantık biçiminde olan), anlambilimsel ve pragmatik değerlendirmelerin sentaktik yapıyı yöneten genellemelere girdiğine dair kanıt göz önüne alınarak sentaksın önceli olarak ele alındı. Chomsky, 1960’larda ve 1970’lerde şiddetle mücadele etmesine rağmen bizim getirdiğimiz çoğu yeniliği benimsedi.
1975’te çeşitli bilişsel bilimlerin beyin ve bedene bağımlı** zihin kuramına işaret eden belli temel sonuçlarıyla –renkli görmenin nörofizyolojisi, prototipler ve temel düzey kategoriler, Talmy’nin uzaysal ilişkiler kavramları üzerine çalışması ve Fillmore’un çerçeve anlambilimi– tanıştım. Bu sonuçlar beni, üretici dilbilim ve biçimsel mantık alanlarındaki araştırmalara dair tüm fikir yürütmelerin umutsuz olduğuna ikna etti. Len Talmy, Ron Langacker, ve Gilles Fauconnier ile birlikte bilişsel bilim ve nörobilimle uyumlu yeni bir dilbilim oluşturmaya giriştim. Bu yeni dilbilim, bilişsel dilbilim diye adlandırıldı ve heyecan verici bir bilimsel girişim oldu. 1978’de metaforun, şiirde kullanılan basit bir benzetme olmaktan ziyade zihnin temel bir mekanizması olduğunu keşfettim. 1979’da Mark Johnson, Berkeley psikoloji bölümünü ziyaret etti ve ayrıntılar ile bu ayrıntıların felsefeye etkileri üzerinde çalışmaya başladık. 20 yıldır birlikte çalışıyoruz. Mark şimdi Oregon’da felsefe kürsüsü başkanı.
EDGE: Bilişsel bilimi felsefeden ayırabilir misiniz?
LAKOFF: Bu derin ve önemli bir soru ve Bedendeki Felsefe girişiminin merkezinde duruyor. Sorunun basit bir yanıtının olmamasının nedeni, bilişsel bilimin iki biçiminin olmasıdır. Bu biçimlerinden biri, Angloamerikan felsefesinin varsayımları üzerinde şekillenirken diğeri, söyleyebildiğimiz kadarıyla, araştırmanın sonucunu belirleyecek belirli felsefi varsayımlardan bağımsızdır.
“İlk nesil” bilişsel bilim (veya beyin ve bedenden bağımsız*** bilişsel bilim) diye adlandırdığımız erken dönem bilişsel bilim Angloamerikan felsefesinin formalist**** uyarlamasına uygun olarak tasarlandı. Yani, bilimsel “sonuçların” içeriğinin önemli kısımlarını belirleyen felsefi varsayımlara sahipti. 1950’lerin sonuna gelmeden, Hilary Putnam (ünlü ve çok yetenekli bir filozof) “işlevselcilik” diye anılan felsefi bir akım kurdu. (Bu arada Putnam bir zaman sonra bu akımı bıraktı.) Bu, apriori bir felsefi akımdı, hiçbir bilimsel kanıta dayanmıyordu.
Önerme şuydu: Zihin, beyin ve bedenden bağımsız olarak bilişsel işlevleri –yani gerçekleştirdiği işlemler– bağlamında çalışılabilir. Zihin tarafından gerçekleştirilen işlemler bir bilgisayar programında yapıldığı gibi anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu ile yeterli bir şekilde modellenebilir. Bu felsefi program, zamanında çok sayıda disiplinde var olan paradigmalara da uyuyordu.
Biçimsel felsefeye göre; akıl, anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonundan yararlanan sembolik mantığın kullanımıyla yeterli şekilde karakterize edilebilir.
Üretici dilbilime göre; bir dilin grameri, anlamsız biçimsel sembolleri manipüle eden kurallar üzerinden yeterli bir şekilde karakterize edilebilir.
Yapay zekâya göre; genelde zekâ, anlamsız biçimsel sembolleri manipüle eden bilgisayar programlarına bağlıdır.
Bilgi işlem psikolojisine göre; zihin, bilgi işlemenin bir bilgisayar programındaki gibi anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu olarak alınan bir bilgi işlem aygıtı gibi düşünülebilir.
Tüm bu alanlar biçimsel felsefenin dışında gelişti. Bu dört alan, ilk nesil bilişsel bilimi oluşturmak üzere 1970’lerde birbirine yaklaştı. Bu bilişsel bilim zihni, beyin ve bedenden bağımsız olan anlamsız biçimsel sembollerin bir manipülasyonu olarak görüyordu.
EDGE: Bu deneysel bilimle nasıl bağdaşıyor?
LAKOFF: Bu görüş apriori bir felsefenin içinden çıktığından dolayı deneyselliğe dayanmıyordu; ancak yine de bu alanı başlattı. Bunun iyi yanı kesin olmasıydı. Talihsizliği ise bilimsel bir sonuç maskesi takan, gizli bir felsefi dünya görüşüne sahip olmasıydı. Bu felsefi duruşu kabul ettiyseniz, bu felsefeyle tutarsız olan bütün sonuçlar sadece saçmalık olarak görülebilirdi. Bu gelenekle yetişmiş araştırmacılara göre, bilişsel bilim, apriori bir felsefi akım içinde zihnin çalışılmasıydı. Bilişsel bilimcilerin ilk nesli bu yönde düşünmek üzere yetiştirildi ve çoğu ders kitabı halen bilişsel bilimi bu yönde tasvir ediyor. Bu yüzden ilk nesil bilişsel bilim, felsefeden farklı değil; “zihnin” ne olabileceği üzerine sabit kısıtlamalar koyan apriori bir felsefi dünya görüşünü beraberinde getiriyor. Bu kısıtlamalardan bazıları şunlar:
Kavramlar gerçek anlamlarıyla kullanılmalı. Akıl yürütme geleneksel biçimsel mantık üzerinden karakterize edilirse, metaforik bir kavram ve metaforik düşünme diye bir şey olamaz.
İmgeler görme mekanizmalarını kullandıklarından ve anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu olarak karakterize edilemeyeceğinden dolayı kavramlar ve kavramlarla akıl yürütme zihinsel imgelemden ayrı olmalıdır.
Beyin ve bedene bağımlı olan duyusal motor sistemi,  beyin ve bedenden bağımsız soyut sembol manipülasyonunun bir formu olamayacağı için kavramlar ve akıl yürütme duyusal motor sisteminden bağımsız olmalıdır.
Sembol manipülasyon paradigmasına uyacaksa, dil de imgelemden ve duyusal motor sisteminden bağımsız ve aslına uygun olmalıdır.
Bu açıdan, beyin sadece soyut “zihni” –“zihnin programlarının” uygulanabilir olduğu merkezi sinir sistemi olarak bilinen fiziksel yapı ve insan beyni olarak bilinen zihinsel yapıyı– yürütmesi için bir araç olabilirdi. Bu görüşe göre, zihin beyinden meydana gelmez ve beyin tarafından şekillendirilmez. Zihin, beyinlerimizin uygulayabildiği beyin ve bedenden bağımsız bir soyutlamadır. Bunlar, deneysel sonuçlar olmaktan ziyade felsefi çıkarımlardan yola çıkılarak ulaşılmış şeylerdir.
1970’lerin ortalarında, bilişsel bilime nihayet bir isim verildi ve topluluk ve bir dergiye kavuştu. Alanı oluşturan insanlar sembol manipülasyon paradigmasını kabul ettiler. İlk başlarda (üretici anlambilim üzerine ilk çalışmalarım temelinde) ben de onlardan birisiydim ve Cognitive Science Society’nin [Bilişsel Bilim Topluluğu] ilk toplantısında açılış konuşmalarından birisini gerçekleştirdim. Fakat alanın resmen tanınmaya başlandığı ve sembol manipülasyon paradigması etrafında kurulmaya başladığı zamanlarda, deneysel sonuçlar paradigmanın kendisini de sorgular bir biçimde ortaya çıkmaya başladı.
Bu şaşırtıcı bulgular toplamı zihnin beyin ve bedenden bağımsız –beynin ve bedenin anlamsız sembollerinin manipülasyonu bakımından karakterize edilemeyen, yani duyusal motor sistemi ve dünyadaki işlevimizden bağımsız olan– bir şey olmadığı fikrine işaret etti. Tersine zihin, beyinde yürütülebilir olmasının önemsiz olması bakımından değil, aynı zamanda, hayli önemli bir bağlamda kavramsal yapı ve akıl mekanizmalarının nihayetinde beynin ve bedenin duyusal motor sistemi tarafından şekillendirilmesinden dolayı beyin ve bedene bağımlıdır.
EDGE: Bunu kanıtlayabilir misiniz?
LAKOFF: Bu görüşü destekleyen çok sayıda çalışma mevcut. Beni en çok ilgilendiren temel sonuçlardan bazıları da şunlar: Renk kategorileri sisteminin yapısı; renkli görmenin nörofizyolojisi, renk konilerimiz ve renklerle ilgili nöron devrelerimiz tarafından şekillendirilir. Renkler ve renk kategorileri “hâlihazırda” dünyada değillerdir. Daha ziyade bu renk ve renk kategorileri bir yandan nesnelerin ve ışıklandırma koşullarının dalga boyu yansımalarının etkileşimli ve çözülmesi kolay olmayan ürünleriyken, diğer taraftan renk konilerimiz ve nöron  devrelerimizin ürünleridir. Renk kavramları ve renge dayalı çıkarımlar bu sebepten bedenlerimiz ve beyinlerimiz tarafından yapılandırılır.
Temel düzeydeki kategoriler geştalt* algısı, zihinsel imgelem ve motor şemalar tarafından yapılandırılırlar. Bu yolla beden ve beynin duyusal motor sistemi, merkezi bir biçimde kavramsal sistemlerimizin içine girerler.
Dünyanın farklı yerlerindeki dillerde (örneğin İngilizcede in, through, around Mikstek dilinde sini, Cora dilinde mux vb)** uzaysal ilişki kavramları aynı ilkel “imaj şemaları”ndan, yani şematik zihinsel imajlardan oluşur. Dolayısıyla, bunlar görsel ve motor sistemlerin yapısından ileri geliyor gibi görünürler. Bu da bizim dili ve akıl yürütmeyi, görme ve harekete nasıl uyarladığımızın izahının temelini oluşturur.
Görünüşe dair kavramlar (olayların yapısını betimleyen kavramlar), motor kontrolü sağlayan nöron yapılarından kaynaklanıyor gibi görünmektedir.
Kategoriler bir bütün olarak, kategorilere dair akıl yürütülmesi için çeşitli prototiplerden yararlanırlar. Bu prototipler kısmen duyusal motor bilgi bağlamında tanımlanır.
Beden hareketleri hakkında akıl yürütmedeki kavramsal ve çıkarımsal sistem, motor kontrol ve çıkarımı modelleyebilen nöral modeller tarafından uygulanabilir. Soyut kavramlar çoğunlukla metaforiktir ve soyut çıkarımları uygulamak için duyusal motor becerilerimizden yararlanan metaforlara dayanırlar. Bu sebepten, soyut akıl yürütme büyük oranda bedenden ileri geliyor gibi görünmektedir.
Bana en çarpıcı gelen sonuçlar bunlar. Bu sonuçlar, insanın akıl yürütmesi ve dil kullanımı açısından beden ve beynin rolünü kabul etmemizi gerektiriyor. Dolayısıyla da bu sonuçlar beyin ve bedenden bağımsız bir zihin kavramına aykırı düşer. Daha önceki üretici anlambilim çalışmalarını bırakıp zihnin ve dilin aslında beyin ve bedene bağımlı oluşu üzerine çalışmaya başlamam bu sebeplere dayanıyordu. Bunlar bilişsel bilimin ikinci nesline, yani beyin ve bedene bağımlı olan zihin üstünde çalışan bilişsel bilime öncülük eden sebepler arasındaydı.
EDGE: Bilişsel bilim ve felsefe arasındaki farkın ne olduğuna dair olan soruma dönelim.
LAKOFF: Tamam. Bilişsel bilim, zihnin apriori felsefi varsayımlardan özgür, deneye dayalı çalışmasıdır. Beyin ve bedenden bağımsız bir zihin fikrini ortaya atan ilk nesil bilişsel bilim, felsefi bir program yürütüyordu. Zihin üzerine, doğası nasılsa –beyin ve bedene bağımlı!– o şekilde çalışan ikinci nesil bilişsel bilim daha evvelki bilişsel bilimin inşa ettiği felsefeyi yenmek zorundaydı.
EDGE: “İkinci nesil bilişsel bilim” bir felsefeye dayanıyor mu?
LAKOFF: Bir felsefeye dayanmadığını, basitçe deneysel araştırma sorumluluğunu koşul olarak gerektirdiğini, en geniş genellemelerin peşinde olduğunu ve çok sayıda kaynaktan birleşen kanıtlar aradığını tartıştık. Bu sadece bilimin vaat ettiği şey. Beyin ve bedene bağımlı zihin hakkındaki bulgular herhangi bir felsefi zihin kuramından ileri gelmez, bu kuramlara dayanmaz. Aslında ikinci nesil bilişsel bilim, eski felsefenin bilimden ayrılmasını gerektirdi.
EDGE: Peki bu felsefeyi nereye koyuyor?
LAKOFF: Deneysel olarak sorumlu bir pozisyondan yeniden başlama noktasına. Genç filozoflar heyecanlanmalı. Felsefe katiyen ölü falan değil. Sadece beyin ve bedene bağımlı zihne dair deneysel sonuçları hesaba katarak yeniden düşünülmeli. Felsefe insan varlığının en derin sorularına kafa yorar. Bu soruları yeniden düşünmenin zamanı geldi ve bu gerçekten heyecan verici bir umut.
EDGE: Peki ya postmodern ile analitik felsefe arasındaki akademik savaşlar?
LAKOFF: Sonuçlar gösteriyor ki, iki taraf da bazı açılardan anlayışlıyken diğer açılardan yanlış anlaşılıyor. Postmodernistler kimi kavramların zamanla değiştiği ve kültürden kültüre farklılık gösterdikleri noktasında haklılar; ama tüm kavramların böyle olduğunu ileri sürerken hatalılardı. Binlerce kavram onların dediği gibi kültürden kültüre veya zamanla değişmiyor. Dünyada bir kültürden diğerine bedenselliğimizin ortak oluşu nedeniyle ortaya çıkıyorlar.
Postmodernistler gerçeğe dair geleneksel kuramın geçersiz olduğu birçok yer olduğuna dair gözlemlerinde haklılar; ama bu geçersizliğin, kavramsal sistemlerimizi anlamsızlaştırdığını ve sistemlerimizi rastgele var ettiğini iddia ederken hatalılardı. Analitik gelenek, konuşma eylemi kuramına dair güçlü bir kavrayış sunmuştur. Biçimsel mantık her akıl (ya da çoğu akıl) için işlemese de, aklın belli sınırlı yönlerini simgeleyen (hayli gözden geçirilmiş) biçimsel mantığa yakın bir şeye de yer vardır. Fakat analitik gelenek, gerçeklik uyum kuramı, gerçek anlam kuramı ve aklın beyin ve bedenden bağımsız doğası gibi esas tezlerinde kesinlikle hatalıydı.
Akademik dünya, şimdi her biri önemli bir şeylere katkı sunmuş ve her birini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duyan iki duruşu da aşacak bir pozisyonda.
EDGE: Doğu Amerika ve Batı Amerika ayrımı var mı?
LAKOFF: Dan Dennett, 1980’lerin başlarında sanki beyin ve bedenden bağımsız zihnin savunucularının hepsi Doğu Amerika’da ve beyin ve bedene bağımlı zihnin savunucularının hepsi Batı Amerika’daymış gibi “Doğu Kutbu” ve “Batı Kutbu”na atıfta bulunuyordu. Beyin ve bedene bağımlı zihin üzerine araştırmalar Batı Amerika’da başlamış gibi olsa da sonrasında coğrafi sınıflandırma fazla basite indirgendi. An itibariyle, her iki duruş da her iki yakada ve ülke genelinde temsil ediliyor. Cambridge ve Princeton geçmişte, en azından belli alanlarda genellikle eski, beyin ve bedenden bağımsız zihin duruşuna yakın duruyorlardı; ama her iki yakada ve ülkeye yayılmış biçimde, bugün de var olan coğrafi bölünmelerin uzun sürmeyeceğini düşünmekte olduğum çok sayıda ilginç düşünür var.
Dennett ilk kez bu ayrımı yaptığında, nörobilim ve nöral modellemedeki büyük devrimler yeni başlıyordu. Bilişsel dilbilimciler yeni yeni ortaya çıkıyordu. Metaphors We Live By [Metaforlar, Hayat, Anlam ve Dil] kitabı daha yeni yazılmıştı ve Women, Fire and Dangerous Things [Kadınlar, Ateş ve Diğer Tehlikeli Şeyler] kitabı henüz yazılmamıştı. Ne Edelman’ın Bright Air, Brilliant Fire [Açık Hava, Parlak Ateş] kitabı, ne Damasio’nun Descartes’ Error [Descartes’ın Yanılgısı] kitabı, ne Regier’in The Human Semantic Potential [İnsanın Anlamsal Potansiyeli] kitabı, ne de Pat ve Paul Churchland’in çeşitli kitapları ortada vardı. Son 15 yılda nörobilim ve nöral hesaplama, bilişsel bilimin tabiatını değiştirdi ve gelecek 10 ya da 20 yılda daha da değiştirecekler. Bu değişiklikler bizleri, kaçınılmaz olarak beyin ve bedene bağımlı zihin fikrinin değerinin daha da artmasına götürecek. Beyninizin nöral sistemini kullanmadan hiçbir şeyi düşünemezsiniz. Beyindeki nöron bağlantılarının hassas yapısı, onların bedenin geri kalanıyla bağlantısı ve nöral hesaplamanın doğası gelişimlerini sürdürecek. Detaylar hakkında ne kadar çok keşif yaparsak, aklın ve akıl yürüttüğümüz kavramsal sistemlerin nasıl beyin ve bedene bağımlı olduklarının ayrıntılı doğasını o kadar iyi anlayacağız.
Beyin ve bedenden bağımsız akıl fikri apriori bir felsefi düşünceydi. 2500 yıl sürdü. Ciddi bilimsel dolaşımlarda bir 30 yıl daha varlığını sürdürmesini hayal edemiyorum.
EDGE: Peki, ne beklemeliyiz?
LAKOFF: Bilişsel bilim ve nörobilim, felsefi bir devrimi tetikliyor. Bedendeki Felsefe ilk dalganın sadece bir kısmı. Gelecek 10 ya da 20 yılda dilin nöral kuramı, eski Chomskyci gelenekte bulunan, anlamsız, beyin ve bedenden bağımsız sembol manipülasyonu olarak gören dilin eski görüşünün yerini almak için yeterli derecede gelişmelidir. Fakat değişikliklerin en büyük ve önemlisi matematik anlayışımızda gerçekleşecektir.
Bu değişimin ilk habercisi Stanislas Dehaene’nin The Number Sense [Sayı Algısı] adlı çalışmasıydı. Bu çalışma nörobilimden, çocuk gelişiminden ve hayvanlar üzerindeki araştırmalardan edinilen, bizim (ve bazı belli hayvanların) beynimizin bir kısmının az sayıda (dört civarı) nesneyi numaralandırması ve onlarla ilgili basit aritmetiğe ayrılmış olarak evrimleştiğini gösteren kanıtları gözden geçiriyordu. Rafael Núñez ve ben bu sonuçlarla başladık ve karmaşık aritmetiğin (aritmetik kanunlarıyla birlikte) nasıl geliştiğini, insan düşüncesi için sıradan kavramsal mekanizmaların matematiğe nasıl yol açtığını sorduk.
Buna yanıtımız; sıradan beyin ve bedene bağımlı zihnin, imaj şemaları, kavramsal metaforlar ve zihinsel alanları sayesinde günlük kavramsal mekanizmalarını kullanarak en kapsamlı matematiği yaratacak kapasiteye sahip olduğuydu. Dehaene basit aritmetikte durdu. Biz küme kuramının, sembolik mantığın, cebrin, analitik geometrinin, trigonometrinin, kalkulus ve kompleks sayıların hepsinin bu günlük kavramsal mekanizmalar aracılığıyla açıklanabileceğini göstermek amacıyla çalışmalarımıza devam ettik. Dahası, kavramsal metaforun kompleks matematiğin gelişiminin kalbinde yattığını gösterdik. Bunu görmek zor değil. Sayı çizgisini düşünün. Bu, “Sayılar Bir Çizgideki Noktalardır” metaforunun sonucudur. Sayılar bir çizgi üzerindeki noktalar şeklinde düşünülmek zorunda değil. Aritmetik, geometri bağlamında düşünülmeden de gayet düzgün işler. Ancak bu metaforu kullanırsanız, çok daha ilginç bir matematiğe ulaşırsınız. Veya aritmetikteki küme kuramı temellendirmeleri fikrini alın. Sıfır, boş kümeyi ve bir ise boş kümeyi kapsayan kümeyi temsil etmek üzere, “Sayılar Kümeler”dir. Bu da bir metafor. Sayılar kümeler şeklinde düşünülmek zorunda değil. Aritmetik, sayıların kümeler şeklinde kavramsallaştırılması olmadan da 2 bin yıl boyunca kusursuzca işledi; ama bu metaforu kullanırsanız ilginç matematik sonuçlarına ulaşabilirsiniz. Sayılar için daha az bilinen üçüncü bir metafor, tümleşik oyun kuramında kullanılan “Sayılar Strateji Değerleridir” metaforudur. Öyleyse sayılar hangisi? Noktalar mı? Kümeler mi? Sayılar temelde sadece tümleşik oyunlardaki strateji değerleri mi?
Sayıların bu metaforları matematiğin bir parçası ve metafor seçiminizi kullanmak istediğiniz matematiğe bağlı olarak yaparsınız. Prensip basit: Kavramsal metafor, her türden kompleks matematikte sayıların kavramsallaştırılmasında merkezi bir yerde durur. Bu kuşkusuz mantıklı bir fikir. Kavramsal metaforlar, çıkarımsal yapıyı koruyan bölgeler arası haritalandırmalardır. Matematiksel metaforlar, matematiğin farklı dalları arasındaki bağlantıları sağlayan şeylerdir. En ilginç sonuçlarımızdan bir tanesi sonsuzluğun kavramsallaştırılmasıyla ilgilidir. Sonsuzluğu içeren birçok kavram var: İzdüşümsel ve tersinir geometrideki sonsuzlukta noktalar, sonsuz kümeler, sonsuz birleşimler, matematiksel tümevarım, sonluötesi sayılar, sonsuz diziler, sonsuz ondalıklar, sonsuz toplamlar, limitler, en küçük üst sınır ve sonsuz küçük değerlerdir. Núñez ve ben tüm bu kavramların “Temel Sonsuzluk Metaforu”nun özel durumlarından biri şeklinde kavramsallaştırılabileceğini ortaya çıkardık. “Gerçek sonsuzluk” –sadece durmadan ve durmadan devam eden değil, bir nesne olarak sonsuzluk– fikri metaforiktir; ama metafor bizim gösterdiğimiz gibi gayet basite indirgenir ve matematiğin dışında var olur. Matematikçilerin yaptığı şey, bu metaforik fikrin çok çeşitli dikkatlice tasarlanmış özel durumlarını sunmaktır.
Ulaştığımız sonuç şudur: Bizim bildiğimiz matematik, insan bedeni ve zihninin bir ürünü; bu veya başka bir evrenin objektif yapısının parçası değil. Sonuçlarımızın ispatladığı şey, Matematik Romantizmi dediğimiz şeyin, matematiğin bedenler ve beyinlerden bağımsız bir şekilde var olmadığı ve matematiğin, evreni diğer beyin ve bedene bağımlı varlıklardan bağımsız olarak yapılandırmadığı fikridir. Bu elbette matematiğin kimi postmodern kuramcıların ele aldığı gibi rastgele bir kültür ürünü olduğu sonucuna götürmez bizleri. Basitçe matematiğin beyinlerimizin, bedenlerimizin, dünyadaki tecrübemizin ve kültür özelliklerinin sabit bir ürünü olduğunu gösterir. Matematiğin neden “bu denli iyi işlediğinin” yanıtı basit: Matematik, dünyayı dikkatlice gözlemleyen ve matematiği gözlemlerine uyarlayan veya yaratan çok zeki on binlerce insanın ürünüdür. Bu aynı zamanda matematiksel evrimin de bir sonucudur: Dünyaya ayak uydurmak için icat edilen pek çok matematik işlemedi. Dünyada işleyen matematiğin biçimleri böyle bir evrimsel sürecin sonucudur.
Matematiği bizim yarattığımızı bilmek ve beyin ve bedene bağımlı zihnin hangi mekanizmalarının matematiği mümkün kıldığını anlamak önemli. Bu bize evrendeki rolümüzün daha gerçekçi bir değerini sunar. Fiziksel bedenlerimiz ve beyinlerimizle birlikte biz, aklın kaynağı, matematiğin kaynağı ve fikirlerin kaynağıyız. Evrende beyin ve bedenden bağımsız, orda öylece yüzen kavramların, aklın ve matematiğin salt araçları değiliz. Bu, beyin ve bedene bağımlı insanı (yani tek çeşit insanı) sonsuz değerli yapar; et parçası değil bir kaynak yapar. Bedenleri sonsuz değerli kılar; tüm kavramların, aklın ve matematiğin kaynağı kılar.
Bizler, 2 bin yıldır insan bedenlerinin değerini hafife alarak devamlı insan hayatını kıymetsizleştiriyoruz. Zihnin beyin ve bedene bağımlı halinin değerinin anlaşılacağı, daha da insanileştirileceği yeni bir bin yıl umabiliriz.
EDGE: Sonraki adımda nereye yöneldiniz?
LAKOFF: Kendimi mümkün olduğunca Jerry Feldman ve benim son 10 yıldır International Computer Science Institute’te [Uluslararası Bilgisayar Bilimleri Enstitüsü] dilin nöral kuramı hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmaya verdim. Hayli zamandır teknik araştırma gücümün çoğunu harcadığım şey bu.
Jerry, yapılandırılmış bağlantıcılık* kuramını (PDİ** bağlantıcılığı değil) 1970’lerin başında geliştirdi. Yapılandırılmış bağlantıcılık, kavramsal yapıların, dilsel yapıların ve böyle yapıların öğrenilmesinin ayrıntılı nöral hesaplama modellerini oluşturmamızı sağlar.
1988’den beri ikimizi de içine çeken bir soruyu barındıran bir araştırma yürütüyoruz: Nöral  hesaplama açısından, bir insan beyni belirli hesaplama özelliklerine göre belli yollarla bağlanan çok sayıda nörondan oluşur. Beyinlerimizdeki nöronlar böyle bağlanmışken insani kavramların ayrıntılarını, insan aklının biçimlerini ve insan dillerinin çeşitliliğini bu birçok nörondan edinmek nasıl mümkün olur? Düşünce ve dili, nöronlardan nasıl elde edersiniz? Düşünce ve dilin hesaplamalı nöron modeli yardımıyla laboratuvarımızda yanıtlamaya çalıştığımız soru bu.
EDGE: Beyindeki yapıları mekân hakkındaki düşüncelere nasıl bağlıyorsunuz?
LAKOFF: Terry Regier, The Human Semantic Potential [İnsanın Anlamsal Potansiyeli] adlı kitabında bunu şekillendirmek için ilk adımı attı. Belli tip beyin yapılarının (görsel alanın topografik haritaları, yön-duyu hücreleri vb) dilbilimcilerin keşfettiği “imaj şemaları” diye anılan ilkel uzaysal ilişkileri hesaplayabildiği hipotezini kurdu. Benim için büyüleyici olan şey, sadece belli tipte nöron yapılarının uzaysal ilişki kavramlarını nasıl ortaya çıkardığı değildi. Srini Narayanan tarafından yakın zamanda nöral modelleme üzerine yapılan araştırma benzer şekilde, beyin yapılarının; olayları yapılandıran görünüşsel kavramları, kavramsal metaforları, zihinsel mekânları, karışık mekânları ve kavramsal sistemlerin diğer temellerini nasıl hesaplayabildiği hakkında fikir veriyor. Bence bir sonraki büyük buluş dilbilgisinin nöron  kuramı olacak.
Bunlar kayda değer teknik sonuçlar. Bunları zihnin beyin ve bedene bağımlı oluşu hakkında nörobilim, psikoloji ve bilişsel dilbiliminden gelen diğer sonuçlarla bir araya koyarsanız, sıradan insanların günlük hayatlarında önemli olan şeyler (filozofların 2500 yıldan fazla bir süredir üzerine spekülasyonlar yaptığı şeyler) hakkında çok fazla şey söyleyecekler. Bilişsel bilimin zaman, olay, nedensellik vb şeyleri kavrayışımız hakkında söyleyeceği önemli şeyleri vardır.
EDGE: Ne gibi?
LAKOFF: Mark Johnson ve ben bilişsel bilimlerden alınan bu sonuçlara ayrıntılı bir şekilde baktığımızda, üç temel sonucun neredeyse bütün Batı felsefesi ile (Merleau-Ponty ve Dewey hariç) çelişkili olduğunu gördük. Bu sonuçlar şunlardı:
Zihin doğası gereği beyin ve bedene bağımlıdır.
Çoğu düşünce bilinçdışı gerçekleşir.        
Soyut kavramlar büyük oranda metaforiktir.
Bunları fark edişimiz bizi Bedendeki Felsefe’de şu soruyu sormaya yönlendirdi: Zihin hakkındaki yeni sonuçlardan yola çıkarak felsefeyi yeniden inşa edersek ne olur? Felsefe neye benzer?
Öyle görünüyor ki, felsefenin yeni hali aslında daha öncekinden bütünüyle farklı bir şey olarak ortaya çıkıyor ve bu farklılıklar hayatımız açısından önemli olan farklılıklar. Bilişsel anlambilimin sonuçlarından yola çıkarak, ahlaki sistemlerin doğası, benliğin içyapısını kavramsallaştırdığımız yollar ve hatta gerçeğin doğası ile ilgili birçok yeni şey keşfettik.
EDGE: Bu göze çarpıcı şekilde faklı bir girişime benziyor.
LAKOFF: Felsefeyi bilişsel bilimdeki deneysel çalışmanın bir konusu haline getirmek ilginç bir girişim. Çoğu filozof felsefeyi zihnin, aklın ve dilin deneysel olarak çalışmasına gerek görülmediği apriori bir disiplin olarak ele alıyor. Angloamerikan geleneğinde bir filozof gibi düşünmek öğretiliyor ve sonrasında kendi felsefi eğitiminizi temel alarak diğer herhangi bir disiplin hakkında beyanlarda bulunabileceğiniz varsayılıyor. Bu yüzden dil felsefesi, zihin felsefesi, matematik felsefesi vb felsefe dalları var. Johnson ve ben fark ettik ki, düşünce sistemlerinden oluşan felsefenin kendisi de –özellikle düşünce sistemlerini deneysel olarak çalışan bilişsel anlambilim perspektifinden olmak üzere– bilişsel bilimler perspektifinden çalışılmalı. Amacımız felsefeye bilimsel bir perspektif getirmekti, özellikle de zihin biliminden bir perspektif.
EDGE: Bu geleneksel felsefe ile nasıl bağlanıyor?
LAKOFF: Batı felsefesinin çoğunluğunun, zihin biliminin temel sonuçları ile çelişkili olduğunu fark etmek gerçekten hayret verici; ama bu olumsuz bir şey. Felsefeye saygı duyuyor ve değer veriyoruz. Çalışmalarımız, felsefeye duyulan derin sevgiden ve felsefenin geçmiş yıllarda ne olduğuna dair hayal kırıklığından ileri geliyor. Felsefe tarihindeki önemli anlara –Socrates öncesi düşünürlere, Platon’a Aristoteles’e, Descartes’a, Kant’a ve hatta analitik felsefecilere– bakmak ve bilişsel bilimden gelen ışığın felsefenin üzerine düşmesinin, felsefenin doğasına dair neler ortaya çıkarabileceğini göstermek istedik.
Keşfettiğimiz şey büyüleyiciydi: Her büyük filozof az sayıda metaforu, sonsuz ve aşikâr doğrular olarak ele alır ve sonrasında özenli bir mantık ve bütüncül bir sistematikle bu metaforlar nereye yönelirlerse yönelsin, sonuçlarının gerekliliklerini takip ederler. Bu metaforlar oldukça tuhaf yerlere yönelirler. Platon’un metaforları, devleti filozofların yönetmesi gerektiği sonucuna varır. Aristoteles’in metaforu, dört element olduğunu ve boşluk olamayacağını söyler. Descartes’ın metaforu, zihnin beyin ve bedenden bağımsız olduğunu ve tüm düşüncelerin bilinçli olduğunu söyler. Kant’ın metaforları, evrensel bir akıl olduğunu ve bu aklın evrensel ahlak değerlerini belirlediğini söyler. Filozofların aldığı bu ve diğer duruşlar rastgele düşünceler değillerdir. Bu çıkarımlar, sıradan metaforları doğrular olarak ele alıp sistematik olarak sonuçlara doğru yol almanın neticeleridir.
EDGE: Metaforların önceki filozofların çalışmalarının merkezinde durduğunu kabul etmenin önemi nedir?
LAKOFF: Bu sadece önceki filozoflara ait bir şey değil, günümüz filozofları için de geçerli. Bizim ahlakımız, onların çalışmalarının metaforik olduklarından dolayı göz ardı edilmesi gibi bir şey değil. Hatta tam tersidir. Çoğu soyut düşünce metaforiktir ve öyle olmalıdır, tüm ihtimamlı soyut düşünce sistemleri, büyük filozofların incelediğimiz düşünce sistemleri gibi olacaktır. Dahası, herkesin günlük düşünme şekli, nadiren tutarlı olsa da, genellikle aynı özelliklere sahiptir. Felsefe hakkındaki bir bilişsel perspektif, bize sadece büyük filozofların nasıl düşündüğünü değil, aynı zamanda hepimizin –en azından tutarlı ve sistematik olduğumuzda– nasıl düşündüğümüze dair derin bir içgörü sunar. Aynı zamanda çoğu durum için, insan varlığına dair en derin sorulara yanıtların daha çok metaforik yanıtlar olacağını da söyler. Bunda yanlış olan herhangi bir şey yok. Sadece metaforlarımızın ne olduğunun ve ne gibi çıkarımlar sunduğunun farkında olmamız gerekiyor.
Peşine düşmek istediğimiz diğer bir pozitif şey ise felsefi kavramların en temeline bilişsel anlambilim perspektifinden bakabilmekti. Mark, temel şeylerin bir listesini çıkardı. Gerçeğe ek olarak zaman, nedensellik, olaylar, zihin, benlik, ahlak ve varlık gibi kavramları detaylı olarak inceledik. Şans eseri, bilişsel anlambilimde bu konularda makul sayıda çalışma hâlihazırda gerçekleştirilmişti. Bu sonuçları bir araya getirdik, birleştirdik ve daha da derin ayrıntılar üzerinde çalıştık. Beklediğimiz gibi, bu soyut kavramlar çoğunlukla metaforikti, her biri farklı bir mantıkla çoklu metaforlar kullanıyordu. Bu yüzden nedenselliğin tek bir kavramı yoktu, her biri metaforik ve farklı çıkarım yapısına sahip 20 civarında kavramı vardı. Dolayısıyla sebepler; bağlantılar, yollar, kaynaklar, güçler, korelasyonlar, özler vb olabilir. Nedensellik için bir metafor seçin, bu metaforla birlikte farklı çıkarımlar da gelecektir.
Fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin tümü nedensel kuramlardan yararlanır; ama nedensellik için kullanılan metaforlar oldukça çeşitlenebilir, dolayısıyla bu metaforlardan çıkaracağınız nedensel çıkarımların türleri de geniş biçimde farklılıklar gösterebilir. Burada da bir yanlışlık yok. Sadece nedenselliğin tek bir şey olmadığını fark etmeniz gerekiyor. Nedensellik için her biri farklı mantıksal çıkarımlara sahip, doğa, sosyal ve bilişsel bilimcilerin nedensellik için farklı metaforları kullanarak gerçekliği ele aldığı çok sayıda farklı biçim var. Tabi yine nedensellik için hangi metaforu kullandığınızı bilmek önemli. Nedensellik için olan metafor seçimi başta olmak üzere bilim, metaforlar olmadan yapılamaz. En ilginci, felsefe tarihine bakarsanız, dikkate değer sayıda “nedensellik kuramı” göreceksiniz. Yüzyıllar boyunca oluşan felsefi nedensellik kuramlarına yakından baktığımızda, bunların her birinin nedensellik için bizim sıradan metaforlarımızdan biri ya da diğeri haline gelir. Filozofların yaptığı şey, nedensellik için en beğendikleri metaforu alıp ebedi bir doğruymuş gibi ortaya koymalarıdır.
EDGE: Ahlak, tüm bunların içinde nereye denk düşüyor?
LAKOFF: En tatmin edici sonuçlardan biri, ahlaki düşünceyi yöneten metaforların toplamıdır. Tüm bu metaforların, refah biçimlerinden –sağlık, varlık, dürüstlük, açıklık, bütünlük, temizlik vb– beyin ve bedene bağımlı bir şekilde doğal olarak ortaya çıktığını bulduk. Ahlaki sistemlerin bir bütün olarak alternatif aile modelleri etrafında düzenlenmiş gibi görünmesi de özellikle ilginç sonuçlardan biri. Aslında neyi ahlaki davranış olarak aldığımızı ailelerimizde öğrendiğimizden bu çok da şaşırtıcı olmamalı.
Şimdi, çeşitli ahlaki sistemlerin metaforik yapısını çalışabilecek bir pozisyondayız. Bilişsel bilimin metaforik sistemler konusunda, daha önce erişilememiş, daha ayrıntılı ve derin analizlere ulaşmaya olanak sağladığını düşünüyoruz. Örneğin Kant’ın ahlak kuramı üzerine yaptığımız çalışmada, bu büyük entelektüel yapının dört temel metafor üzerinde kurulu olduğu tartışırız. Bu da bize Kant’ın ahlak kuramının çeşitli yönlerinin birbirine nasıl uyduğunu görme olanağı sağlıyor.
Bilişsel bilim sadece ahlaki sistemlerin yapısına ışık tutmakla kalmaz, aynı zamanda politik ve toplumsal meselelere de ışık tutar. Bazı meslektaşlarım ve ben, bu bilişsel analiz yöntemlerini gündelik politik ve toplumsal meselelere uygulamak için politik bir düşünce havuzu oluşturma aşamasındayız.
Belki de en akla yatkın sonuç en temel olanıydı. Bizler nöral varlıklarız. Beyinlerimiz, verilerini bedenlerimizin geri kalanından alır. Bedenlerimizin nasıl olduğu ve dünyada nasıl işlediği düşünmek için kullandığımız birçok kavramı yapılandırır. Herhangi bir şeyi değil, sadece bedene bağımlı beyinlerimizin müsaade ettiği şeyleri düşünebiliriz.
Metafor, soyut aklın biçimlerini oluşturmak için duyusal motor faaliyetlerde kullanılan nöron sistemleri uyarlamamıza yarayan sinirsel bir mekanizma gibi görünüyor. Bu doğruysa –ki öyle görünüyor–, bizim duyusal motor sistemlerimiz, gerçekleştirebileceğimiz soyut akıl yürütmeyi sınırlıyor demektir. Düşünebileceğimiz veya anlayabileceğimiz her şey bedenlerimiz, beyinlerimiz veya bizim dünyadaki beyin ve bedene bağımlı etkileşimlerimiz ile şekilleniyor, mümkün kılınıyor veya sınırlanıyor. Kuramsallaştırmamız gereken şey bu. Dünyayı bilimsel olarak anlamak yeterli mi?
Beyin ve bedene bağımlı kavramsal kaynaklarımızın bilimin tüm görevleri için yeterli olmadığını düşünmek için sebepler var. Fizikten örnek olaylar alıyoruz, zaman ve nedensellik üzerine bölümlerimizde tartışıyoruz. Genel görelilik buna iyi bir örnek.
EDGE: Peki, buradaki büyük değişiklik ne?
LAKOFF: Einstein uzayzamanı betimlerken, kendinden önceki Newton gibi, zamanın uzaysal bir boyut olarak kabul edildiği yaygın olan metaforu kullandı. Benim şimdiki zaman ve yerim metaforik olarak, şimdiki zamanın, zaman ekseninde bir nokta gibi ele alındığı dört boyutlu bir uzayda bir nokta gibi kavramsallaştırıldı. Uzayzamanda bir eğrilik olması için zaman ekseninin uzatılması gerekir, şimdiki zaman sadece bir nokta olamaz. Şimdiki zamana ek olarak, kavisli bir uzayzaman yaratacak yeterli zaman ekseni varsa, zaman ekseni, gelecek ve geçmiş olarak okunabilecek kısımlar da içermelidir. Bu, filozofların tekrar ve tekrar incelediği gibi, gelecek ve geçmişin bir kısmının şimdiki zamanda bir arada var olduğu anlamına gelecektir ve gelecek, şimdiki zamanda var oluyorsa, evren belirlenimcidir. Dürüst olmak gerekirse; geçmiş zaman, şimdiki zaman ve geleceğin aynı anda bir arada var olduğunu söylemek çılgınca; ama uzayzaman eğrisi bunu demeye itiyor.
EDGE: Sorun fizik kuramında mı, yoksa bunu ifade eden matematikte mi?
LAKOFF: Sorun, Einstein’ın fiziksel evrenin matematiksel kuramını anlamak için genel olarak kullanılan “Zaman Uzaysal Bir Boyuttur” metaforuyla ilgili. Belirlenimciliğin felsefi gerekliliği matematiksel fizikten değil, matematiksel fiziğe uygulanan metaforlardan gelir. Bu metaforu baştan savmamız gerektiği veya savabileceğimiz anlamına mı gelir?
Sonuçları ister iyi ister kötü olsun, bu metaforu, çılgın bir gerekliliğe sahip olsa da, başımızdan savamayız. Fizik bir şeylerle ilgilidir. Göreliliğin matematiği ile uzay ve zaman anlayışı arasında bağlantı kurmamız lazım. “Zaman Uzaysal Bir Boyuttur” metaforu bu görevi yerine getiriyor. Beyin ve bedene bağımlı zihnimizden başka, bunun yerine kullanabileceğimiz daha iyi bir metafora veya sözlü kavrama sahip değiliz. Sıradan bir metafor çılgın bir mantıksal sonuca sahip olma konusunda mükemmel olmasa da, insanın beyin ve bedene bağımlı kavramsal sisteminin elinden gelen en iyi şey. Bu demek oluyor ki, matematiksel fiziği onu anlamak için kullandığımız sıradan metaforlardan ayırmamız önemli ve bu metaforları, durum bize hiçbir gerçek anlam bırakmasa da, harfiyen ele almamak son derece önemli. Zamanı düz anlamıyla uzaysal bir boyut olarak ele almamalıyız. Ortak bir metafor kullandığımızı ve bu metaforun istenmeyen bir belirlenimcilik yükünü –şimdiki zamanın, geçmiş ve geleceğin bir arada var olması gerekliliği– taşıdığını kabul etmeliyiz.
Çıkarılacak ders şu ki, kavramsal sistemleri göründüğü gibi kabul edemezsiniz. Ne şeffaftırlar, ne basittirler, ne de tamamen gerçek anlamlıdırlar. Zihin bilimi perspektifinden, bilimin kendisi de yaygın olarak düşündüğümüzden çok farklı bir şey gibi görünüyor. Bilimsel kavrayış, tüm insan kavrayışı gibi, beyinlerimiz ve bedenlerimiz tarafından şekillendirilen kavramsal sistemi kullanmalıdır.




* Embodiment –çn.
** Chomsky’nin dilin nasıl işlediğini açıklamak için kullandığı model –çn
* Morpheme –çn.
** Embodied –çn.
*** Disembodied –çn.
**** Biçimci –çn.
* Geştalt psikolojisi, bilişsel süreçler içerisinde özellikle "algı" ve "algısal örgütlenme" konularında yoğunlaşmış psikoloji kuramı. 20. yüzyılın ilk yarısında, Almanya’da ortaya çıkmıştır. –çn.
** Türkçede etrafında, içinde anlamına gelmektedir. –çn.
* Yapay zekâ üretebilmek için izlenen ana metodlardan bir tanesi. Beynin yapısının taklit edilmesine dayanıyor. Yani basit elemanlardan oluşan ve onların tıpkı nöronlar gibi birbirine karmaşık şekillerde bağlanmalarından medet uman bir sistem. (connectionism) –çn.
** Paralel Dağılımlı İşlem (Parallel Distributed Processing) –çn.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder