(George Lakoff)
California
Üniversitesi, Bilişsel Bilimci ve Dilbilimci, Bilişsel Bilim ve Dilbilimi
Richard ve Rhoda Goldman Üstün Profesörü, Berkeley; Don’t Think of an Elephant [Bir
Fil Düşünmeyin] ve The Political Mind
[Politik Zihin] kitaplarının yazarı
EDGE: Beden nedir?
GEORGE LAKOFF: Bu ilginç bir soru. Pierre Bourdieu bedenlerimizin ve bedenlerimizle yaptıklarımızın kültürden kültüre önemli şekilde değiştiğine dikkat çekmişti. Fransızlar Amerikalılar gibi yürümezler. Kadınların bedenleri erkeklerin bedenlerinden farklıdır. Çinli bir beden Polonyalı bir beden gibi değildir. Postmodernlerin de sıkça belirttiği gibi, bedenin ne olduğuna dair anlayışımız da zaman içinde oldukça değişti.
GEORGE LAKOFF: Bu ilginç bir soru. Pierre Bourdieu bedenlerimizin ve bedenlerimizle yaptıklarımızın kültürden kültüre önemli şekilde değiştiğine dikkat çekmişti. Fransızlar Amerikalılar gibi yürümezler. Kadınların bedenleri erkeklerin bedenlerinden farklıdır. Çinli bir beden Polonyalı bir beden gibi değildir. Postmodernlerin de sıkça belirttiği gibi, bedenin ne olduğuna dair anlayışımız da zaman içinde oldukça değişti.
Ama yine de, bedenlerimizin ortak çok
noktası var. İki gözümüz, iki kulağımız, iki kolumuz, iki bacağımız, dolaşımda
olan kanımız, nefes almak için kullandığımız ciğerlerimiz, iç organlarımız vb
ortaklıklarımız var. Kavramsal sistemlerimizin gelenekselleşmiş ortak yönleri,
bedenlerimizin hayli fazla olan ortak noktaları tarafından yapılandırılmaya
eğilimlidir.
EDGE: Ama bir
makine olmaktan çok bir bilgi sistemine doğru gidiyoruz ve sonuçta bu
sınırlayıcılar konuşmanın bir parçası olmayabilir.
LAKOFF: Beyin ve
bedeni bilimsel olarak çalışmaya başladığınızda, ister istemez metaforları
kullanmayı bırakırsınız. Söylediğin gibi zihin için kullanılan metaforlar da
zaman içinde makinelerden elektrik santrallerine, santrallerden bilgisayarlara
evrimleşti. Bilimde metafordan kaçınma yoktur. Biz laboratuvarımızda, nörobilimde
yaygın olan nöron devreleri metaforunu kullanıyoruz. Nöral hesaplama üzerinde
çalışıyorsanız, bu metafor bir zorunluluktur. Nöral hesaplamanın detayları
üzerinde günlük araştırmada biyolojik beyin arka planda kalırken, nöron devreleri
metaforu kişinin çalışırken kullandığı metafor haline geliyor. Fakat bir
metaforun ne denli yaygın olduğu değil, o metaforun neyi gösterip neyi
göstermediğini takip etmek önemlidir. Bunu yapmazsanız, beden ortadan kaybolur.
Bütün bilim insanlarının olması gerektiği gibi biz de kullandığımız metaforlar
konusunda dikkatliyiz.
EDGE: 35-40 yıl
önce bilgi işlem metaforları yoktu; öyleyse beden gerçek mi yoksa icat mı
edildi?
LAKOFF: Beden ile
onu kavramsallaştırmamız arasında bir fark var. Beden 35 yıl önceki bedenle
aynı; ama beden anlayışı çok farklı. Beden için o zaman sahip olmadığımız
metaforlara ve bu metaforlar üzerinde inşa edilen görece ileri bilime sahibiz.
Bu bağlamda nöron devreleri ve diğer bilgi işlem metaforları çerçevesinde
kavramsallaştırılmış aktüel beden ve beyin “icat edilmiştir”. Bunun gibi
icatlar bilim için çok önemlidir. Onlar olmadan zihnin bedenselleşmesine* dair
oluşmakta olan anlayışımız mümkün olmazdı.
EDGE: Bu
yaklaşım daha önceki çalışmanızdan nasıl ayrılıyor?
LAKOFF: Benim
erken dönem çalışmalarım 1963 ve 1975 yılları arasında, üretici anlambilim kuramını**
takip ettiğim dönemlerde gerçekleşti. Bu dönemde, Chomsky’nin dönüşümsel
dilbilgisini biçimsel mantıkla birleştirmeye çalışıyordum. Chomsky’nin
dilbilgisi kuramının ilk detaylarının pek çoğunun çözülmesi konusunda yardımım
olmuştu. Noam (Chomsky) o zaman sentaksın anlamdan, içerikten, arkada plan
bilgisinden, hafızadan, bilişsel süreçten, iletişimsel niyetten ve bedenin her
yönünden bağımsız olduğunu iddia ediyordu; anladığım kadarıyla bugün de iddia
ediyor.
Chomsky’nin erken dönem kuramları üzerinde
çalışırken, anlambilimin, içeriğin ve bunun gibi diğer faktörlerin, deyimlerin
ve biçimbirimlerin* sentaktik oluşlarını yöneten kurallara dâhil
olduğu oldukça az durum tespit ettim. 1963’te alternatif bir kuramın başlangıcını
ortaya attım ve 1960’lar boyunca Haj Ross ve Jim McCawley gibi mükemmel
ortaklarla birlikte bu kuramı geliştirdim. 1963 öncesinde anlambilim, mantık –çıkarımsal
mantık yürütme ve model kuramı– anlamına geliyordu ve bizim grubumuz biçimsel
mantık ve dönüşümsel dilbilgisini birleştiren üretici anlambilim kuramını geliştirdi.
Bu kuramda anlambilim (mantık biçiminde olan), anlambilimsel ve pragmatik
değerlendirmelerin sentaktik yapıyı yöneten genellemelere girdiğine dair kanıt
göz önüne alınarak sentaksın önceli olarak ele alındı. Chomsky, 1960’larda ve 1970’lerde
şiddetle mücadele etmesine rağmen bizim getirdiğimiz çoğu yeniliği benimsedi.
1975’te çeşitli bilişsel bilimlerin beyin ve bedene bağımlı** zihin kuramına işaret eden belli temel
sonuçlarıyla –renkli görmenin nörofizyolojisi, prototipler ve temel düzey
kategoriler, Talmy’nin uzaysal ilişkiler kavramları üzerine çalışması ve
Fillmore’un çerçeve anlambilimi– tanıştım. Bu sonuçlar beni, üretici dilbilim
ve biçimsel mantık alanlarındaki araştırmalara dair tüm fikir yürütmelerin
umutsuz olduğuna ikna etti. Len Talmy, Ron Langacker, ve Gilles Fauconnier ile
birlikte bilişsel bilim ve nörobilimle uyumlu yeni bir dilbilim oluşturmaya
giriştim. Bu yeni dilbilim, bilişsel dilbilim diye adlandırıldı ve heyecan
verici bir bilimsel girişim oldu. 1978’de metaforun, şiirde kullanılan basit
bir benzetme olmaktan ziyade zihnin temel bir mekanizması olduğunu keşfettim.
1979’da Mark Johnson, Berkeley psikoloji bölümünü ziyaret etti ve ayrıntılar ile
bu ayrıntıların felsefeye etkileri üzerinde çalışmaya başladık. 20 yıldır
birlikte çalışıyoruz. Mark şimdi Oregon’da felsefe kürsüsü başkanı.
EDGE: Bilişsel
bilimi felsefeden ayırabilir misiniz?
LAKOFF: Bu derin
ve önemli bir soru ve Bedendeki Felsefe
girişiminin merkezinde duruyor. Sorunun basit bir yanıtının olmamasının nedeni,
bilişsel bilimin iki biçiminin olmasıdır. Bu biçimlerinden biri, Angloamerikan
felsefesinin varsayımları üzerinde şekillenirken diğeri, söyleyebildiğimiz
kadarıyla, araştırmanın sonucunu belirleyecek belirli felsefi varsayımlardan
bağımsızdır.
“İlk nesil” bilişsel bilim (veya beyin ve bedenden bağımsız*** bilişsel bilim) diye adlandırdığımız
erken dönem bilişsel bilim Angloamerikan felsefesinin formalist**** uyarlamasına
uygun olarak tasarlandı. Yani, bilimsel “sonuçların” içeriğinin önemli
kısımlarını belirleyen felsefi varsayımlara sahipti. 1950’lerin sonuna
gelmeden, Hilary Putnam (ünlü ve çok yetenekli bir filozof) “işlevselcilik”
diye anılan felsefi bir akım kurdu. (Bu arada Putnam bir zaman sonra bu akımı
bıraktı.) Bu, apriori bir felsefi akımdı, hiçbir bilimsel kanıta dayanmıyordu.
Önerme şuydu: Zihin, beyin ve bedenden
bağımsız olarak bilişsel işlevleri –yani gerçekleştirdiği işlemler– bağlamında
çalışılabilir. Zihin tarafından gerçekleştirilen işlemler bir bilgisayar
programında yapıldığı gibi anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu ile
yeterli bir şekilde modellenebilir. Bu felsefi program, zamanında çok sayıda disiplinde
var olan paradigmalara da uyuyordu.
Biçimsel felsefeye göre; akıl, anlamsız
biçimsel sembollerin manipülasyonundan yararlanan sembolik mantığın
kullanımıyla yeterli şekilde karakterize edilebilir.
Üretici dilbilime göre; bir dilin grameri,
anlamsız biçimsel sembolleri manipüle eden kurallar üzerinden yeterli bir
şekilde karakterize edilebilir.
Yapay zekâya göre; genelde zekâ, anlamsız
biçimsel sembolleri manipüle eden bilgisayar programlarına bağlıdır.
Bilgi işlem psikolojisine göre; zihin,
bilgi işlemenin bir bilgisayar programındaki gibi anlamsız biçimsel sembollerin
manipülasyonu olarak alınan bir bilgi işlem aygıtı gibi düşünülebilir.
Tüm bu alanlar biçimsel felsefenin dışında
gelişti. Bu dört alan, ilk nesil bilişsel bilimi oluşturmak üzere 1970’lerde
birbirine yaklaştı. Bu bilişsel bilim zihni, beyin ve bedenden bağımsız olan
anlamsız biçimsel sembollerin bir manipülasyonu olarak görüyordu.
EDGE: Bu
deneysel bilimle nasıl bağdaşıyor?
LAKOFF: Bu görüş apriori
bir felsefenin içinden çıktığından dolayı deneyselliğe dayanmıyordu; ancak yine
de bu alanı başlattı. Bunun iyi yanı kesin olmasıydı. Talihsizliği ise bilimsel
bir sonuç maskesi takan, gizli bir felsefi dünya görüşüne sahip olmasıydı. Bu
felsefi duruşu kabul ettiyseniz, bu felsefeyle tutarsız olan bütün sonuçlar
sadece saçmalık olarak görülebilirdi. Bu gelenekle yetişmiş araştırmacılara
göre, bilişsel bilim, apriori bir felsefi akım içinde zihnin çalışılmasıydı.
Bilişsel bilimcilerin ilk nesli bu yönde düşünmek üzere yetiştirildi ve çoğu
ders kitabı halen bilişsel bilimi bu yönde tasvir ediyor. Bu yüzden ilk nesil
bilişsel bilim, felsefeden farklı değil; “zihnin” ne olabileceği üzerine sabit
kısıtlamalar koyan apriori bir felsefi dünya görüşünü beraberinde getiriyor. Bu
kısıtlamalardan bazıları şunlar:
Kavramlar gerçek anlamlarıyla kullanılmalı.
Akıl yürütme geleneksel biçimsel mantık üzerinden karakterize edilirse, metaforik
bir kavram ve metaforik düşünme diye bir şey olamaz.
İmgeler görme mekanizmalarını
kullandıklarından ve anlamsız biçimsel sembollerin manipülasyonu olarak karakterize
edilemeyeceğinden dolayı kavramlar ve kavramlarla akıl yürütme zihinsel
imgelemden ayrı olmalıdır.
Beyin ve bedene bağımlı olan duyusal motor
sistemi, beyin ve bedenden bağımsız
soyut sembol manipülasyonunun bir formu olamayacağı için kavramlar ve akıl
yürütme duyusal motor sisteminden bağımsız olmalıdır.
Sembol manipülasyon paradigmasına uyacaksa,
dil de imgelemden ve duyusal motor sisteminden bağımsız ve aslına uygun
olmalıdır.
Bu açıdan, beyin sadece soyut “zihni”
–“zihnin programlarının” uygulanabilir olduğu
merkezi sinir sistemi olarak bilinen fiziksel yapı ve insan beyni olarak bilinen
zihinsel yapıyı– yürütmesi için bir araç olabilirdi. Bu görüşe göre,
zihin beyinden meydana gelmez ve beyin tarafından şekillendirilmez. Zihin,
beyinlerimizin uygulayabildiği beyin ve bedenden bağımsız bir soyutlamadır.
Bunlar, deneysel sonuçlar olmaktan ziyade felsefi çıkarımlardan yola çıkılarak
ulaşılmış şeylerdir.
1970’lerin ortalarında, bilişsel bilime
nihayet bir isim verildi ve topluluk ve bir dergiye kavuştu. Alanı oluşturan
insanlar sembol manipülasyon paradigmasını kabul ettiler. İlk başlarda (üretici
anlambilim üzerine ilk çalışmalarım temelinde) ben de onlardan birisiydim ve Cognitive Science Society’nin [Bilişsel Bilim Topluluğu] ilk
toplantısında açılış konuşmalarından birisini gerçekleştirdim. Fakat alanın
resmen tanınmaya başlandığı ve sembol manipülasyon paradigması etrafında kurulmaya
başladığı zamanlarda, deneysel sonuçlar paradigmanın kendisini de sorgular bir
biçimde ortaya çıkmaya başladı.
Bu şaşırtıcı bulgular toplamı zihnin beyin
ve bedenden bağımsız –beynin ve bedenin anlamsız sembollerinin manipülasyonu
bakımından karakterize edilemeyen, yani duyusal motor sistemi ve dünyadaki
işlevimizden bağımsız olan– bir şey olmadığı fikrine işaret etti. Tersine
zihin, beyinde yürütülebilir olmasının önemsiz olması bakımından değil, aynı
zamanda, hayli önemli bir bağlamda kavramsal yapı ve akıl mekanizmalarının
nihayetinde beynin ve bedenin duyusal motor sistemi tarafından
şekillendirilmesinden dolayı beyin ve bedene bağımlıdır.
EDGE: Bunu
kanıtlayabilir misiniz?
LAKOFF: Bu görüşü
destekleyen çok sayıda çalışma mevcut. Beni en çok ilgilendiren temel
sonuçlardan bazıları da şunlar: Renk kategorileri sisteminin yapısı; renkli
görmenin nörofizyolojisi, renk konilerimiz ve renklerle ilgili nöron devrelerimiz
tarafından şekillendirilir. Renkler ve renk kategorileri “hâlihazırda” dünyada
değillerdir. Daha ziyade bu renk ve renk kategorileri bir yandan nesnelerin ve
ışıklandırma koşullarının dalga boyu yansımalarının etkileşimli ve çözülmesi
kolay olmayan ürünleriyken, diğer taraftan renk konilerimiz ve nöron devrelerimizin ürünleridir. Renk kavramları ve
renge dayalı çıkarımlar bu sebepten bedenlerimiz ve beyinlerimiz tarafından
yapılandırılır.
Temel düzeydeki kategoriler geştalt*
algısı, zihinsel imgelem ve motor şemalar tarafından yapılandırılırlar. Bu
yolla beden ve beynin duyusal motor sistemi, merkezi bir biçimde kavramsal
sistemlerimizin içine girerler.
Dünyanın farklı yerlerindeki dillerde (örneğin
İngilizcede in, through, around Mikstek
dilinde sini, Cora dilinde mux vb)**
uzaysal ilişki kavramları aynı ilkel “imaj şemaları”ndan, yani şematik zihinsel
imajlardan oluşur. Dolayısıyla, bunlar görsel ve motor sistemlerin yapısından
ileri geliyor gibi görünürler. Bu da bizim dili ve akıl yürütmeyi, görme ve
harekete nasıl uyarladığımızın izahının temelini oluşturur.
Görünüşe dair kavramlar (olayların yapısını
betimleyen kavramlar), motor kontrolü sağlayan nöron yapılarından kaynaklanıyor
gibi görünmektedir.
Kategoriler bir bütün olarak, kategorilere
dair akıl yürütülmesi için çeşitli prototiplerden yararlanırlar. Bu prototipler
kısmen duyusal motor bilgi bağlamında tanımlanır.
Beden hareketleri hakkında akıl yürütmedeki
kavramsal ve çıkarımsal sistem, motor kontrol ve çıkarımı modelleyebilen nöral modeller
tarafından uygulanabilir. Soyut kavramlar çoğunlukla metaforiktir ve soyut
çıkarımları uygulamak için duyusal motor becerilerimizden yararlanan
metaforlara dayanırlar. Bu sebepten, soyut akıl yürütme büyük oranda bedenden
ileri geliyor gibi görünmektedir.
Bana en çarpıcı gelen sonuçlar bunlar. Bu
sonuçlar, insanın akıl yürütmesi ve dil kullanımı açısından beden ve beynin
rolünü kabul etmemizi gerektiriyor. Dolayısıyla da bu sonuçlar beyin ve bedenden
bağımsız bir zihin kavramına aykırı düşer. Daha önceki üretici anlambilim
çalışmalarını bırakıp zihnin ve dilin aslında beyin ve bedene bağımlı oluşu
üzerine çalışmaya başlamam bu sebeplere dayanıyordu. Bunlar bilişsel bilimin
ikinci nesline, yani beyin ve bedene bağımlı olan zihin üstünde çalışan
bilişsel bilime öncülük eden sebepler arasındaydı.
EDGE: Bilişsel
bilim ve felsefe arasındaki farkın ne olduğuna dair olan soruma dönelim.
LAKOFF: Tamam.
Bilişsel bilim, zihnin apriori felsefi varsayımlardan özgür, deneye dayalı
çalışmasıdır. Beyin ve bedenden bağımsız bir zihin fikrini ortaya atan ilk
nesil bilişsel bilim, felsefi bir program yürütüyordu. Zihin üzerine, doğası
nasılsa –beyin ve bedene bağımlı!– o şekilde çalışan ikinci nesil bilişsel
bilim daha evvelki bilişsel bilimin inşa ettiği felsefeyi yenmek zorundaydı.
EDGE: “İkinci
nesil bilişsel bilim” bir felsefeye dayanıyor mu?
LAKOFF: Bir
felsefeye dayanmadığını, basitçe deneysel araştırma sorumluluğunu koşul olarak
gerektirdiğini, en geniş genellemelerin peşinde olduğunu ve çok sayıda
kaynaktan birleşen kanıtlar aradığını tartıştık. Bu sadece bilimin vaat ettiği
şey. Beyin ve bedene bağımlı zihin hakkındaki bulgular herhangi bir felsefi
zihin kuramından ileri gelmez, bu kuramlara dayanmaz. Aslında ikinci nesil
bilişsel bilim, eski felsefenin bilimden ayrılmasını gerektirdi.
EDGE: Peki bu
felsefeyi nereye koyuyor?
LAKOFF: Deneysel
olarak sorumlu bir pozisyondan yeniden başlama noktasına. Genç filozoflar
heyecanlanmalı. Felsefe katiyen ölü falan değil. Sadece beyin ve bedene bağımlı
zihne dair deneysel sonuçları hesaba katarak yeniden düşünülmeli. Felsefe insan
varlığının en derin sorularına kafa yorar. Bu soruları yeniden düşünmenin
zamanı geldi ve bu gerçekten heyecan verici bir umut.
EDGE: Peki ya
postmodern ile analitik felsefe arasındaki akademik savaşlar?
LAKOFF: Sonuçlar
gösteriyor ki, iki taraf da bazı açılardan anlayışlıyken diğer açılardan yanlış
anlaşılıyor. Postmodernistler kimi kavramların zamanla değiştiği ve kültürden
kültüre farklılık gösterdikleri noktasında haklılar; ama tüm kavramların böyle
olduğunu ileri sürerken hatalılardı. Binlerce kavram onların dediği gibi
kültürden kültüre veya zamanla değişmiyor. Dünyada bir kültürden diğerine
bedenselliğimizin ortak oluşu nedeniyle ortaya çıkıyorlar.
Postmodernistler gerçeğe dair geleneksel kuramın
geçersiz olduğu birçok yer olduğuna dair gözlemlerinde haklılar; ama bu
geçersizliğin, kavramsal sistemlerimizi anlamsızlaştırdığını ve sistemlerimizi
rastgele var ettiğini iddia ederken hatalılardı. Analitik gelenek, konuşma
eylemi kuramına dair güçlü bir kavrayış sunmuştur. Biçimsel mantık her akıl (ya
da çoğu akıl) için işlemese de, aklın belli sınırlı yönlerini simgeleyen (hayli
gözden geçirilmiş) biçimsel mantığa yakın bir şeye de yer vardır. Fakat
analitik gelenek, gerçeklik uyum kuramı, gerçek anlam kuramı ve aklın beyin ve
bedenden bağımsız doğası gibi esas tezlerinde kesinlikle hatalıydı.
Akademik dünya, şimdi her biri önemli bir
şeylere katkı sunmuş ve her birini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duyan iki
duruşu da aşacak bir pozisyonda.
EDGE: Doğu Amerika
ve Batı Amerika ayrımı var mı?
LAKOFF: Dan
Dennett, 1980’lerin başlarında sanki beyin ve bedenden bağımsız zihnin
savunucularının hepsi Doğu Amerika’da ve beyin ve bedene bağımlı zihnin
savunucularının hepsi Batı Amerika’daymış gibi “Doğu Kutbu” ve “Batı Kutbu”na
atıfta bulunuyordu. Beyin ve bedene bağımlı zihin üzerine araştırmalar Batı Amerika’da
başlamış gibi olsa da sonrasında coğrafi sınıflandırma fazla basite indirgendi.
An itibariyle, her iki duruş da her iki yakada ve ülke genelinde temsil
ediliyor. Cambridge ve Princeton geçmişte, en azından belli alanlarda
genellikle eski, beyin ve bedenden bağımsız zihin duruşuna yakın duruyorlardı;
ama her iki yakada ve ülkeye yayılmış biçimde, bugün de var olan coğrafi
bölünmelerin uzun sürmeyeceğini düşünmekte olduğum çok sayıda ilginç düşünür
var.
Dennett ilk kez bu ayrımı yaptığında, nörobilim
ve nöral modellemedeki büyük devrimler yeni başlıyordu. Bilişsel dilbilimciler
yeni yeni ortaya çıkıyordu. Metaphors We
Live By [Metaforlar, Hayat, Anlam ve
Dil] kitabı daha yeni yazılmıştı ve Women,
Fire and Dangerous Things [Kadınlar,
Ateş ve Diğer Tehlikeli Şeyler] kitabı henüz yazılmamıştı. Ne Edelman’ın Bright
Air, Brilliant Fire [Açık Hava,
Parlak Ateş] kitabı, ne Damasio’nun Descartes’
Error [Descartes’ın Yanılgısı] kitabı, ne Regier’in The Human
Semantic Potential [İnsanın Anlamsal
Potansiyeli] kitabı, ne de Pat ve Paul Churchland’in çeşitli kitapları
ortada vardı. Son 15 yılda nörobilim ve nöral hesaplama, bilişsel bilimin
tabiatını değiştirdi ve gelecek 10 ya da 20 yılda daha da değiştirecekler. Bu
değişiklikler bizleri, kaçınılmaz olarak beyin ve bedene bağımlı zihin fikrinin
değerinin daha da artmasına götürecek. Beyninizin nöral sistemini kullanmadan
hiçbir şeyi düşünemezsiniz. Beyindeki nöron bağlantılarının hassas yapısı,
onların bedenin geri kalanıyla bağlantısı ve nöral hesaplamanın doğası
gelişimlerini sürdürecek. Detaylar hakkında ne kadar çok keşif yaparsak, aklın
ve akıl yürüttüğümüz kavramsal sistemlerin nasıl beyin ve bedene bağımlı
olduklarının ayrıntılı doğasını o kadar iyi anlayacağız.
Beyin ve bedenden bağımsız akıl fikri apriori
bir felsefi düşünceydi. 2500 yıl sürdü. Ciddi bilimsel dolaşımlarda bir 30 yıl
daha varlığını sürdürmesini hayal edemiyorum.
EDGE: Peki, ne
beklemeliyiz?
LAKOFF: Bilişsel
bilim ve nörobilim, felsefi bir devrimi tetikliyor. Bedendeki Felsefe ilk dalganın sadece bir kısmı. Gelecek 10 ya da 20
yılda dilin nöral kuramı, eski Chomskyci gelenekte bulunan, anlamsız, beyin ve
bedenden bağımsız sembol manipülasyonu olarak gören dilin eski görüşünün yerini
almak için yeterli derecede gelişmelidir. Fakat değişikliklerin en büyük ve
önemlisi matematik anlayışımızda gerçekleşecektir.
Bu değişimin ilk habercisi Stanislas
Dehaene’nin The Number Sense [Sayı Algısı] adlı çalışmasıydı. Bu
çalışma nörobilimden, çocuk gelişiminden ve hayvanlar üzerindeki
araştırmalardan edinilen, bizim (ve bazı belli hayvanların) beynimizin bir
kısmının az sayıda (dört civarı) nesneyi numaralandırması ve onlarla ilgili
basit aritmetiğe ayrılmış olarak evrimleştiğini gösteren kanıtları gözden
geçiriyordu. Rafael Núñez ve ben bu sonuçlarla başladık ve karmaşık aritmetiğin
(aritmetik kanunlarıyla birlikte) nasıl geliştiğini, insan düşüncesi için
sıradan kavramsal mekanizmaların matematiğe nasıl yol açtığını sorduk.
Buna yanıtımız; sıradan beyin ve bedene
bağımlı zihnin, imaj şemaları, kavramsal metaforlar ve zihinsel alanları
sayesinde günlük kavramsal mekanizmalarını kullanarak en kapsamlı matematiği
yaratacak kapasiteye sahip olduğuydu. Dehaene basit aritmetikte durdu. Biz küme
kuramının, sembolik mantığın, cebrin, analitik geometrinin, trigonometrinin, kalkulus
ve kompleks sayıların hepsinin bu günlük kavramsal mekanizmalar aracılığıyla
açıklanabileceğini göstermek amacıyla çalışmalarımıza devam ettik. Dahası,
kavramsal metaforun kompleks matematiğin gelişiminin kalbinde yattığını
gösterdik. Bunu görmek zor değil. Sayı çizgisini düşünün. Bu, “Sayılar Bir
Çizgideki Noktalardır” metaforunun sonucudur. Sayılar bir çizgi üzerindeki
noktalar şeklinde düşünülmek zorunda değil. Aritmetik, geometri bağlamında
düşünülmeden de gayet düzgün işler. Ancak bu metaforu kullanırsanız, çok daha
ilginç bir matematiğe ulaşırsınız. Veya aritmetikteki küme kuramı
temellendirmeleri fikrini alın. Sıfır, boş kümeyi ve bir ise boş kümeyi
kapsayan kümeyi temsil etmek üzere, “Sayılar Kümeler”dir. Bu da bir metafor.
Sayılar kümeler şeklinde düşünülmek zorunda değil. Aritmetik, sayıların kümeler
şeklinde kavramsallaştırılması olmadan da 2 bin yıl boyunca kusursuzca işledi;
ama bu metaforu kullanırsanız ilginç matematik sonuçlarına ulaşabilirsiniz.
Sayılar için daha az bilinen üçüncü bir metafor, tümleşik oyun kuramında
kullanılan “Sayılar Strateji Değerleridir” metaforudur. Öyleyse sayılar
hangisi? Noktalar mı? Kümeler mi? Sayılar temelde sadece tümleşik oyunlardaki
strateji değerleri mi?
Sayıların bu metaforları matematiğin bir
parçası ve metafor seçiminizi kullanmak istediğiniz matematiğe bağlı olarak
yaparsınız. Prensip basit: Kavramsal metafor, her türden kompleks matematikte
sayıların kavramsallaştırılmasında merkezi bir yerde durur. Bu kuşkusuz
mantıklı bir fikir. Kavramsal metaforlar, çıkarımsal yapıyı koruyan bölgeler
arası haritalandırmalardır. Matematiksel metaforlar, matematiğin farklı dalları
arasındaki bağlantıları sağlayan şeylerdir. En ilginç sonuçlarımızdan bir
tanesi sonsuzluğun kavramsallaştırılmasıyla ilgilidir. Sonsuzluğu içeren birçok
kavram var: İzdüşümsel ve tersinir geometrideki sonsuzlukta noktalar, sonsuz
kümeler, sonsuz birleşimler, matematiksel tümevarım, sonluötesi sayılar, sonsuz
diziler, sonsuz ondalıklar, sonsuz toplamlar, limitler, en küçük üst sınır ve
sonsuz küçük değerlerdir. Núñez ve ben tüm bu kavramların “Temel Sonsuzluk
Metaforu”nun özel durumlarından biri şeklinde kavramsallaştırılabileceğini
ortaya çıkardık. “Gerçek sonsuzluk” –sadece durmadan ve durmadan devam eden
değil, bir nesne olarak sonsuzluk– fikri metaforiktir; ama metafor bizim
gösterdiğimiz gibi gayet basite indirgenir ve matematiğin dışında var olur.
Matematikçilerin yaptığı şey, bu metaforik fikrin çok çeşitli dikkatlice
tasarlanmış özel durumlarını sunmaktır.
Ulaştığımız sonuç şudur: Bizim bildiğimiz
matematik, insan bedeni ve zihninin bir ürünü; bu veya başka bir evrenin
objektif yapısının parçası değil. Sonuçlarımızın ispatladığı şey, Matematik
Romantizmi dediğimiz şeyin, matematiğin bedenler ve beyinlerden bağımsız bir
şekilde var olmadığı ve matematiğin, evreni diğer beyin ve bedene bağımlı
varlıklardan bağımsız olarak yapılandırmadığı fikridir. Bu elbette matematiğin
kimi postmodern kuramcıların ele aldığı gibi rastgele bir kültür ürünü olduğu
sonucuna götürmez bizleri. Basitçe matematiğin beyinlerimizin, bedenlerimizin,
dünyadaki tecrübemizin ve kültür özelliklerinin sabit bir ürünü olduğunu
gösterir. Matematiğin neden “bu denli iyi işlediğinin” yanıtı basit: Matematik,
dünyayı dikkatlice gözlemleyen ve matematiği gözlemlerine uyarlayan veya
yaratan çok zeki on binlerce insanın ürünüdür. Bu aynı zamanda matematiksel
evrimin de bir sonucudur: Dünyaya ayak uydurmak için icat edilen pek çok
matematik işlemedi. Dünyada işleyen matematiğin biçimleri böyle bir evrimsel
sürecin sonucudur.
Matematiği bizim yarattığımızı bilmek ve beyin
ve bedene bağımlı zihnin hangi mekanizmalarının matematiği mümkün kıldığını
anlamak önemli. Bu bize evrendeki rolümüzün daha gerçekçi bir değerini sunar.
Fiziksel bedenlerimiz ve beyinlerimizle birlikte biz, aklın kaynağı,
matematiğin kaynağı ve fikirlerin kaynağıyız. Evrende beyin ve bedenden
bağımsız, orda öylece yüzen kavramların, aklın ve matematiğin salt araçları
değiliz. Bu, beyin ve bedene bağımlı insanı (yani tek çeşit insanı) sonsuz değerli
yapar; et parçası değil bir kaynak yapar. Bedenleri sonsuz değerli kılar; tüm
kavramların, aklın ve matematiğin kaynağı kılar.
Bizler, 2 bin yıldır insan bedenlerinin
değerini hafife alarak devamlı insan hayatını kıymetsizleştiriyoruz. Zihnin beyin
ve bedene bağımlı halinin değerinin anlaşılacağı, daha da insanileştirileceği
yeni bir bin yıl umabiliriz.
EDGE: Sonraki
adımda nereye yöneldiniz?
LAKOFF: Kendimi
mümkün olduğunca Jerry Feldman ve benim son 10 yıldır International Computer Science Institute’te [Uluslararası Bilgisayar Bilimleri Enstitüsü] dilin nöral kuramı
hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmaya verdim. Hayli zamandır teknik
araştırma gücümün çoğunu harcadığım şey bu.
Jerry, yapılandırılmış bağlantıcılık* kuramını
(PDİ**
bağlantıcılığı değil) 1970’lerin başında geliştirdi. Yapılandırılmış bağlantıcılık,
kavramsal yapıların, dilsel yapıların ve böyle yapıların öğrenilmesinin
ayrıntılı nöral hesaplama modellerini oluşturmamızı sağlar.
1988’den beri ikimizi de içine çeken bir
soruyu barındıran bir araştırma yürütüyoruz: Nöral hesaplama açısından, bir insan beyni belirli
hesaplama özelliklerine göre belli yollarla bağlanan çok sayıda nörondan
oluşur. Beyinlerimizdeki nöronlar böyle bağlanmışken insani kavramların
ayrıntılarını, insan aklının biçimlerini ve insan dillerinin çeşitliliğini bu
birçok nörondan edinmek nasıl mümkün olur? Düşünce ve dili, nöronlardan nasıl
elde edersiniz? Düşünce ve dilin hesaplamalı nöron modeli yardımıyla laboratuvarımızda
yanıtlamaya çalıştığımız soru bu.
EDGE: Beyindeki
yapıları mekân hakkındaki düşüncelere nasıl bağlıyorsunuz?
LAKOFF: Terry
Regier, The Human Semantic Potential [İnsanın Anlamsal Potansiyeli] adlı
kitabında bunu şekillendirmek için ilk adımı attı. Belli tip beyin yapılarının
(görsel alanın topografik haritaları, yön-duyu hücreleri vb) dilbilimcilerin
keşfettiği “imaj şemaları” diye anılan ilkel uzaysal ilişkileri
hesaplayabildiği hipotezini kurdu. Benim için büyüleyici olan şey, sadece belli
tipte nöron yapılarının uzaysal ilişki kavramlarını nasıl ortaya çıkardığı
değildi. Srini Narayanan tarafından yakın zamanda nöral modelleme üzerine
yapılan araştırma benzer şekilde, beyin yapılarının; olayları yapılandıran
görünüşsel kavramları, kavramsal metaforları, zihinsel mekânları, karışık mekânları
ve kavramsal sistemlerin diğer temellerini nasıl hesaplayabildiği hakkında
fikir veriyor. Bence bir sonraki büyük buluş dilbilgisinin nöron kuramı olacak.
Bunlar kayda değer teknik sonuçlar. Bunları
zihnin beyin ve bedene bağımlı oluşu hakkında nörobilim, psikoloji ve bilişsel
dilbiliminden gelen diğer sonuçlarla bir araya koyarsanız, sıradan insanların
günlük hayatlarında önemli olan şeyler (filozofların 2500 yıldan fazla bir
süredir üzerine spekülasyonlar yaptığı şeyler) hakkında çok fazla şey
söyleyecekler. Bilişsel bilimin zaman, olay, nedensellik vb şeyleri
kavrayışımız hakkında söyleyeceği önemli şeyleri vardır.
EDGE: Ne gibi?
LAKOFF: Mark
Johnson ve ben bilişsel bilimlerden alınan bu sonuçlara ayrıntılı bir şekilde
baktığımızda, üç temel sonucun neredeyse bütün Batı felsefesi ile
(Merleau-Ponty ve Dewey hariç) çelişkili olduğunu gördük. Bu sonuçlar şunlardı:
Zihin doğası gereği beyin ve bedene
bağımlıdır.
Çoğu düşünce bilinçdışı gerçekleşir.
Soyut kavramlar büyük oranda metaforiktir.
Bunları fark edişimiz bizi Bedendeki Felsefe’de şu soruyu sormaya
yönlendirdi: Zihin hakkındaki yeni sonuçlardan yola çıkarak felsefeyi yeniden
inşa edersek ne olur? Felsefe neye benzer?
Öyle görünüyor ki, felsefenin yeni hali
aslında daha öncekinden bütünüyle farklı bir şey olarak ortaya çıkıyor ve bu
farklılıklar hayatımız açısından önemli olan farklılıklar. Bilişsel
anlambilimin sonuçlarından yola çıkarak, ahlaki sistemlerin doğası, benliğin
içyapısını kavramsallaştırdığımız yollar ve hatta gerçeğin doğası ile ilgili
birçok yeni şey keşfettik.
EDGE: Bu göze
çarpıcı şekilde faklı bir girişime benziyor.
LAKOFF: Felsefeyi
bilişsel bilimdeki deneysel çalışmanın bir konusu haline getirmek ilginç bir
girişim. Çoğu filozof felsefeyi zihnin, aklın ve dilin deneysel olarak
çalışmasına gerek görülmediği apriori bir disiplin olarak ele alıyor. Angloamerikan
geleneğinde bir filozof gibi düşünmek öğretiliyor ve sonrasında kendi felsefi
eğitiminizi temel alarak diğer herhangi bir disiplin hakkında beyanlarda
bulunabileceğiniz varsayılıyor. Bu yüzden dil felsefesi, zihin felsefesi, matematik
felsefesi vb felsefe dalları var. Johnson ve ben fark ettik ki, düşünce
sistemlerinden oluşan felsefenin kendisi de –özellikle düşünce sistemlerini
deneysel olarak çalışan bilişsel anlambilim perspektifinden olmak üzere–
bilişsel bilimler perspektifinden çalışılmalı. Amacımız felsefeye bilimsel bir
perspektif getirmekti, özellikle de zihin biliminden bir perspektif.
EDGE: Bu
geleneksel felsefe ile nasıl bağlanıyor?
LAKOFF: Batı
felsefesinin çoğunluğunun, zihin biliminin temel sonuçları ile çelişkili
olduğunu fark etmek gerçekten hayret verici; ama bu olumsuz bir şey. Felsefeye
saygı duyuyor ve değer veriyoruz. Çalışmalarımız, felsefeye duyulan derin
sevgiden ve felsefenin geçmiş yıllarda ne olduğuna dair hayal kırıklığından
ileri geliyor. Felsefe tarihindeki önemli anlara –Socrates öncesi düşünürlere,
Platon’a Aristoteles’e, Descartes’a, Kant’a ve hatta analitik felsefecilere–
bakmak ve bilişsel bilimden gelen ışığın felsefenin üzerine düşmesinin,
felsefenin doğasına dair neler ortaya çıkarabileceğini göstermek istedik.
Keşfettiğimiz şey büyüleyiciydi: Her büyük
filozof az sayıda metaforu, sonsuz ve aşikâr doğrular olarak ele alır ve
sonrasında özenli bir mantık ve bütüncül bir sistematikle bu metaforlar nereye
yönelirlerse yönelsin, sonuçlarının gerekliliklerini takip ederler. Bu
metaforlar oldukça tuhaf yerlere yönelirler. Platon’un metaforları, devleti
filozofların yönetmesi gerektiği sonucuna varır. Aristoteles’in metaforu, dört
element olduğunu ve boşluk olamayacağını söyler. Descartes’ın metaforu, zihnin
beyin ve bedenden bağımsız olduğunu ve tüm düşüncelerin bilinçli olduğunu söyler.
Kant’ın metaforları, evrensel bir akıl olduğunu ve bu aklın evrensel ahlak
değerlerini belirlediğini söyler. Filozofların aldığı bu ve diğer duruşlar
rastgele düşünceler değillerdir. Bu çıkarımlar, sıradan metaforları doğrular
olarak ele alıp sistematik olarak sonuçlara doğru yol almanın neticeleridir.
EDGE:
Metaforların önceki filozofların çalışmalarının merkezinde durduğunu kabul
etmenin önemi nedir?
LAKOFF: Bu sadece
önceki filozoflara ait bir şey değil, günümüz filozofları için de geçerli.
Bizim ahlakımız, onların çalışmalarının metaforik olduklarından dolayı göz ardı
edilmesi gibi bir şey değil. Hatta tam tersidir. Çoğu soyut düşünce
metaforiktir ve öyle olmalıdır, tüm ihtimamlı soyut düşünce sistemleri, büyük
filozofların incelediğimiz düşünce sistemleri gibi olacaktır. Dahası, herkesin
günlük düşünme şekli, nadiren tutarlı olsa da, genellikle aynı özelliklere
sahiptir. Felsefe hakkındaki bir bilişsel perspektif, bize sadece büyük
filozofların nasıl düşündüğünü değil, aynı zamanda hepimizin –en azından
tutarlı ve sistematik olduğumuzda– nasıl düşündüğümüze dair derin bir içgörü
sunar. Aynı zamanda çoğu durum için, insan varlığına dair en derin sorulara
yanıtların daha çok metaforik yanıtlar olacağını da söyler. Bunda yanlış olan
herhangi bir şey yok. Sadece metaforlarımızın ne olduğunun ve ne gibi
çıkarımlar sunduğunun farkında olmamız gerekiyor.
Peşine düşmek istediğimiz diğer bir pozitif
şey ise felsefi kavramların en temeline bilişsel anlambilim perspektifinden
bakabilmekti. Mark, temel şeylerin bir listesini çıkardı. Gerçeğe ek olarak zaman,
nedensellik, olaylar, zihin, benlik, ahlak ve varlık gibi kavramları detaylı
olarak inceledik. Şans eseri, bilişsel anlambilimde bu konularda makul sayıda
çalışma hâlihazırda gerçekleştirilmişti. Bu sonuçları bir araya getirdik,
birleştirdik ve daha da derin ayrıntılar üzerinde çalıştık. Beklediğimiz gibi,
bu soyut kavramlar çoğunlukla metaforikti, her biri farklı bir mantıkla çoklu
metaforlar kullanıyordu. Bu yüzden nedenselliğin tek bir kavramı yoktu, her
biri metaforik ve farklı çıkarım yapısına sahip 20 civarında kavramı vardı.
Dolayısıyla sebepler; bağlantılar, yollar, kaynaklar, güçler, korelasyonlar,
özler vb olabilir. Nedensellik için bir metafor seçin, bu metaforla birlikte
farklı çıkarımlar da gelecektir.
Fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin tümü
nedensel kuramlardan yararlanır; ama nedensellik için kullanılan metaforlar
oldukça çeşitlenebilir, dolayısıyla bu metaforlardan çıkaracağınız nedensel
çıkarımların türleri de geniş biçimde farklılıklar gösterebilir. Burada da bir
yanlışlık yok. Sadece nedenselliğin tek bir şey olmadığını fark etmeniz
gerekiyor. Nedensellik için her biri farklı mantıksal çıkarımlara sahip, doğa,
sosyal ve bilişsel bilimcilerin nedensellik için farklı metaforları kullanarak
gerçekliği ele aldığı çok sayıda farklı biçim var. Tabi yine nedensellik için
hangi metaforu kullandığınızı bilmek önemli. Nedensellik için olan metafor
seçimi başta olmak üzere bilim, metaforlar olmadan yapılamaz. En ilginci,
felsefe tarihine bakarsanız, dikkate değer sayıda “nedensellik kuramı”
göreceksiniz. Yüzyıllar boyunca oluşan felsefi nedensellik kuramlarına yakından
baktığımızda, bunların her birinin nedensellik için bizim sıradan
metaforlarımızdan biri ya da diğeri haline gelir. Filozofların yaptığı şey,
nedensellik için en beğendikleri metaforu alıp ebedi bir doğruymuş gibi ortaya
koymalarıdır.
EDGE: Ahlak, tüm
bunların içinde nereye denk düşüyor?
LAKOFF: En tatmin
edici sonuçlardan biri, ahlaki düşünceyi yöneten metaforların toplamıdır. Tüm
bu metaforların, refah biçimlerinden –sağlık, varlık, dürüstlük, açıklık,
bütünlük, temizlik vb– beyin ve bedene bağımlı bir şekilde doğal olarak ortaya
çıktığını bulduk. Ahlaki sistemlerin bir bütün olarak alternatif aile modelleri
etrafında düzenlenmiş gibi görünmesi de özellikle ilginç sonuçlardan biri.
Aslında neyi ahlaki davranış olarak aldığımızı ailelerimizde öğrendiğimizden bu
çok da şaşırtıcı olmamalı.
Şimdi, çeşitli ahlaki sistemlerin metaforik
yapısını çalışabilecek bir pozisyondayız. Bilişsel bilimin metaforik sistemler
konusunda, daha önce erişilememiş, daha ayrıntılı ve derin analizlere ulaşmaya
olanak sağladığını düşünüyoruz. Örneğin Kant’ın ahlak kuramı üzerine yaptığımız
çalışmada, bu büyük entelektüel yapının dört temel metafor üzerinde kurulu
olduğu tartışırız. Bu da bize Kant’ın ahlak kuramının çeşitli yönlerinin
birbirine nasıl uyduğunu görme olanağı sağlıyor.
Bilişsel bilim sadece ahlaki sistemlerin
yapısına ışık tutmakla kalmaz, aynı zamanda politik ve toplumsal meselelere de
ışık tutar. Bazı meslektaşlarım ve ben, bu bilişsel analiz yöntemlerini
gündelik politik ve toplumsal meselelere uygulamak için politik bir düşünce
havuzu oluşturma aşamasındayız.
Belki de en akla yatkın sonuç en temel
olanıydı. Bizler nöral varlıklarız. Beyinlerimiz, verilerini bedenlerimizin
geri kalanından alır. Bedenlerimizin nasıl olduğu ve dünyada nasıl işlediği
düşünmek için kullandığımız birçok kavramı yapılandırır. Herhangi bir şeyi
değil, sadece bedene bağımlı beyinlerimizin müsaade ettiği şeyleri
düşünebiliriz.
Metafor, soyut aklın biçimlerini oluşturmak
için duyusal motor faaliyetlerde kullanılan nöron sistemleri uyarlamamıza
yarayan sinirsel bir mekanizma gibi görünüyor. Bu doğruysa –ki öyle görünüyor–,
bizim duyusal motor sistemlerimiz, gerçekleştirebileceğimiz soyut akıl
yürütmeyi sınırlıyor demektir. Düşünebileceğimiz veya anlayabileceğimiz her şey
bedenlerimiz, beyinlerimiz veya bizim dünyadaki beyin ve bedene bağımlı
etkileşimlerimiz ile şekilleniyor, mümkün kılınıyor veya sınırlanıyor. Kuramsallaştırmamız
gereken şey bu. Dünyayı bilimsel olarak anlamak yeterli mi?
Beyin ve bedene bağımlı kavramsal
kaynaklarımızın bilimin tüm görevleri için yeterli olmadığını düşünmek için
sebepler var. Fizikten örnek olaylar alıyoruz, zaman ve nedensellik üzerine
bölümlerimizde tartışıyoruz. Genel görelilik buna iyi bir örnek.
EDGE: Peki,
buradaki büyük değişiklik ne?
LAKOFF: Einstein uzayzamanı
betimlerken, kendinden önceki Newton gibi, zamanın uzaysal bir boyut olarak
kabul edildiği yaygın olan metaforu kullandı. Benim şimdiki zaman ve yerim
metaforik olarak, şimdiki zamanın, zaman ekseninde bir nokta gibi ele alındığı
dört boyutlu bir uzayda bir nokta gibi kavramsallaştırıldı. Uzayzamanda bir
eğrilik olması için zaman ekseninin uzatılması gerekir, şimdiki zaman sadece
bir nokta olamaz. Şimdiki zamana ek olarak, kavisli bir uzayzaman yaratacak
yeterli zaman ekseni varsa, zaman ekseni, gelecek ve geçmiş olarak okunabilecek
kısımlar da içermelidir. Bu, filozofların tekrar ve tekrar incelediği gibi,
gelecek ve geçmişin bir kısmının şimdiki zamanda bir arada var olduğu anlamına
gelecektir ve gelecek, şimdiki zamanda var oluyorsa, evren belirlenimcidir.
Dürüst olmak gerekirse; geçmiş zaman, şimdiki zaman ve geleceğin aynı anda bir
arada var olduğunu söylemek çılgınca; ama uzayzaman eğrisi bunu demeye itiyor.
EDGE: Sorun
fizik kuramında mı, yoksa bunu ifade eden matematikte mi?
LAKOFF: Sorun, Einstein’ın
fiziksel evrenin matematiksel kuramını anlamak için genel olarak kullanılan
“Zaman Uzaysal Bir Boyuttur” metaforuyla ilgili. Belirlenimciliğin felsefi
gerekliliği matematiksel fizikten değil, matematiksel fiziğe uygulanan
metaforlardan gelir. Bu metaforu baştan savmamız gerektiği veya savabileceğimiz
anlamına mı gelir?
Sonuçları ister iyi ister kötü olsun, bu
metaforu, çılgın bir gerekliliğe sahip olsa da, başımızdan savamayız. Fizik bir
şeylerle ilgilidir. Göreliliğin matematiği ile uzay ve zaman anlayışı arasında
bağlantı kurmamız lazım. “Zaman Uzaysal Bir Boyuttur” metaforu bu görevi yerine
getiriyor. Beyin ve bedene bağımlı zihnimizden başka, bunun yerine
kullanabileceğimiz daha iyi bir metafora veya sözlü kavrama sahip değiliz.
Sıradan bir metafor çılgın bir mantıksal sonuca sahip olma konusunda mükemmel
olmasa da, insanın beyin ve bedene bağımlı kavramsal sisteminin elinden gelen
en iyi şey. Bu demek oluyor ki, matematiksel fiziği onu anlamak için
kullandığımız sıradan metaforlardan ayırmamız önemli ve bu metaforları, durum
bize hiçbir gerçek anlam bırakmasa da, harfiyen ele almamak son derece önemli.
Zamanı düz anlamıyla uzaysal bir boyut olarak ele almamalıyız. Ortak bir
metafor kullandığımızı ve bu metaforun istenmeyen bir belirlenimcilik yükünü –şimdiki
zamanın, geçmiş ve geleceğin bir arada var olması gerekliliği– taşıdığını kabul
etmeliyiz.
Çıkarılacak ders şu ki, kavramsal
sistemleri göründüğü gibi kabul edemezsiniz. Ne şeffaftırlar, ne basittirler, ne
de tamamen gerçek anlamlıdırlar. Zihin bilimi perspektifinden, bilimin kendisi
de yaygın olarak düşündüğümüzden çok farklı bir şey gibi görünüyor. Bilimsel
kavrayış, tüm insan kavrayışı gibi, beyinlerimiz ve bedenlerimiz tarafından
şekillendirilen kavramsal sistemi kullanmalıdır.
* Embodiment
–çn.
** Chomsky’nin dilin nasıl
işlediğini açıklamak için kullandığı model –çn
* Morpheme –çn.
** Embodied –çn.
*** Disembodied –çn.
**** Biçimci –çn.
* Geştalt psikolojisi, bilişsel
süreçler içerisinde özellikle "algı" ve "algısal örgütlenme" konularında
yoğunlaşmış psikoloji kuramı. 20. yüzyılın ilk yarısında, Almanya’da ortaya çıkmıştır. –çn.
** Türkçede etrafında, içinde anlamına gelmektedir. –çn.
* Yapay zekâ üretebilmek için izlenen ana metodlardan bir tanesi.
Beynin yapısının taklit edilmesine dayanıyor. Yani basit elemanlardan oluşan ve
onların tıpkı nöronlar gibi birbirine karmaşık şekillerde bağlanmalarından
medet uman bir sistem. (connectionism) –çn.
** Paralel
Dağılımlı İşlem (Parallel Distributed Processing) –çn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder